Yavuzer Çetinkaya – Savaş ve Doğum

Ben çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyorum Çetinkaya’yı, Bizimkiler‘de Şükrü’ye yanlardı Yaman Okay’la birlikte. Uzak durulması gereken tiplerden biri olduğunu belki anlamamışımdır ama hiç hoşlanmazdım ondan, belki bu yüzden filmlerde rastlayınca yüzüm ekşirdi. Sonra büyüdüm işte, oyunculuğuna hayran kaldım, yazarlığını şimdi bildim. Kırk dört yaş çok erken, daha çok işi varmış yapacağı. Yazarmış daha, yazmalıymış. “Öncelikler Bulamacı” nam öyküde yaşamını yansıtıyor anlatıcıya, krep yapıp çay demlerken Shakespeare’in olmaklı olmamaklı sözünü hatırlayan anlatıcı yazması gereken yazıyı hatırlıyor, istemişler, kendi yaşamının öyküsü hazır. Krepler henüz hazır değil, pişerken hikâyeyi öğreniyoruz da önce otuz: “Evlendiğim yaş. İlk kez Paris’i gördüğüm yaş. Altın Portakal Şarkı Yarışması birinciliğini kazandığım yaş. Fransızca öğrendiğim yaş. İlk kez karımdan beş ay uzak kaldığım yaş. Sonu sekizli yıllar.” (s. 90) 1948 doğum, 1958 Talas Amerikan Ortaokulu’nda yatılı öğrencilik, Robert Kolej’den sonra ODTÜ’de bir yıl ekonomi, paradan çok insan çekince İstanbul Psikoloji’nin ikinci sınıfından devam, yıl 1968. Bir yıl sonra Dostlar Tiyatrosu, 1978’de Ege Güzel Sanatlar’da öğretim üyeliği, yüksek lisans. Bunun ayrıca bir öyküsü var, zaman kalırsa. Krep hafif yanmış, çeviriyor anlatıcı, kaldığı yerden devam: 1978-1984 arası Paris, Sorbonne’da doktora, Paris’te Devlet Tiyatrosu’nda oyunculuk. 1984’le 1991 arası: “Son yedi yılımı düşünüyorum ülkemde. Sinema dünyası içinde varolma ve sinema dünyasını varetme uğraşı verilen yoğun ve yenik bir beş yıl. Zor koşullarda üretilen üç film. Küçüklü büyüklü roller, genelde beğenilip, özel ilgi görmeyen.” (s. 92) Çay tamam, krep de iyi, yerde sayısız fotoğraf var, “yaşanmış yaşanmamış” anları fotoğraflardan okumaya çalışmak. Yaşam ağacında tomurcuklar var, anlatıcı ne yaşamışsa razı. Hocalığı hariç demeli, “‘Olgular’ ve Ötesi” bir dersin anatomisidir, rüyanın en klişe haliyle kullanılmasıdır, biraz böbürlenmedir mi demeli, ortaya karışık. Kırk yaşlarında, şakakları kırlaşmış, biraz kilolu gövdesiyle kürsüde duran adam dersi İngilizce işlemek zorunda, bu yüzden herkes tedirgin. Düşündüm de, o sıralar üniversitede okuyan Ümit Ünal, Yavuzer Çetinkaya’nın öğrencisi olmuş mudur acaba? İşte, Antik Yunan’dan sinemaya uzun, meşakkatli bir çizgi, hoca “mimesis”i anlatıyor, Wim Wenders’ten Ozu’nun mezar taşında yazılı “Hiç” simgesine geliyor, sanatçıyla toplumun ilişkisini irdeliyor, tuvalete gittiği zaman hiçliği ve üretimin ortaklaşalığı konusunda başarısız olduğunu düşünüyor. Dersler tamam, sınav zamanı geldiğinde bakıyor ki sınav kâğıtlarında olguların başarısız anlatımları var, derste kendi indiği derinliklere inemeyen öğrencilerin beyhude çabaları. Walken’ın kafasına sıktığı, De Niro’nun arkadaşını ağlayarak kucakladığı sahneden esinlenen hoca elini tabancasına götürüyor, şakağına dayayıp: Tık! Ölüm yok, düş var, belki gündüz düşü. “tık. tık. tık. tık. tık. tık. tık. Satırbaşı. Yaşam sanatla oynamaya başladı.” (s. 86) Belki ani, tepeden inme bir son ama tetik sesiyle daktilo sesinin kesişimi paşa keyfimce kurtarır bu öyküyü. Yalnız The Deer Hunter da ne filmdi be.

Öykülerin çoğu anıyla karışık, hatta anının ağır bastığı metinlere öykü demek su götürür, belki anlatı demek lazım bunlara. “Polonya’da Bir Ok” böyle, anlatıcı davetli olduğu kısa film şenliğinde sayısız film izliyor, sonra Krakow’u dolanıyor, mesela bu kısım da gezi yazısına çark ediyor. Neyse, adamımız bir kafeye oturup Türk kahvesi istiyor, garson bizimkine, “Türk,” diyor, bizimki bir rahatsız oluyor çünkü garsonun işaret ettiği yerdeki kale ne demek, neler oluyor, iletişimsizliğin dışında ne gerginlik var ortada? Yan masada oturan beyefendi kusursuz bir Fransızcayla anlatmaya başlıyor, meğer Cengiz Han’ın torunları oraya geldiğinde kalenin gözcüsü uyarı borusunu üflemeye başlamış ama melodi yarıda kalmış, Moğol okçulardan biri adamı vuruvermiş. O gün bu gün o boru üflenir ve gözcünün ölüp çalamadığı kısım gelince bırakılırmış öyle, garsonun anlatmaya çalıştığı bu. Kibar bey bakmış ki anlatıcı tedirgin artık, hemen Adam Mickiewicz’i anlatmış, Çarlık ordularından kaçıp İstanbul’da büyük bir konukseverlikle karşılanan Polonyalıların ulusal ozanını. “Bir kez daha borunun çalındığı kuleye baktım. Sonra Türkiye’den beraber geldiğimiz arkadaşlara bu ilginç olayı anlatmak için buluşacağımız lokantaya gittim. Sanki arkamdan ok atacaklarmış gibi bir duygu ile. Hızlı adımlarla.” (s. 74) Tarihten gelen kinin bir öncesi Paris’in kanalizasyon ağı, “Yeraltında Dünya Var”. Anlatıcının çocukken okuduğu bir roman, gençken okuduğu başka bir roman bu kanalizasyon ağını merak ettirmiş, zamanı gelince sabahın yedisinde yallah aşağı. Şehrin sokaklarının bir kopyası yerin altında uzanıyor, haftanın üç günü turistler gezdiriliyor oralarda. Muşambalar giyildi, kask tamam, ağır çizmeler, büyük caddelerden birindeki kapak da levyeyle açılınca tamam, yolculuk başlıyor. Fareler oralarda pek dolanmazmış, yiyecek buldukları bodruma geçerken bir tek. Kaybolmuyorlar mı, çalışanlar acemiliklerinde kaybolabilirlermiş ama çift halinde gezerlermiş hep, lağımcıların düsturuymuş bu. Bol kokulu gezi bitiyor nihayet, adamımız yakınlardaki bir kafeye gidip kahve içiyor, sonra hacet giderip foşş, çıktısını aşağıdaki adamların başından aşağı döktüğü için pişman. Doğrudan anı bu, öykülük bir yanı yok. Kanalizasyon kapağı dendi de, şu müstesna sahne geldi aklıma. Paris’in altı boydan boya mezar, altı milyon insanın kemiklerinden duvarlar örülmüş, zeminler döşenmiş, As Above, So Below‘da var. Bu da ne filmdi be.

En öykülerin çoğu çocuklukla alakalı, kentin değişimiyle. Boş arazilere on beş katlı binalar dikiliyor, eski evler müteahhitlerin avı haline geliyor, çocuk zihninde kalıcı yaralar bırakıyor bunlar. “Cam Üzerinde Cambazlar”a bakalım, anlatıcı çocukluğundan Boncuk’u bulup getiriyor. Her yaz çimenler sararmaya yüz tuttuğunda gelen biri, boş arsada çadır kurup çocukları, karısı ve çırağı ile geçici olarak yerleşiyor mahalleye. Bir ay boyunca cambazlık: ipin üstünde yürümek, hoplayıp zıplamak büyük maharet. Çocuklar dondurma veya başka bir şey için para istemezler, annelerine rica ederler ki Boncuk’a yardım etsinler. Dostlarıdır Boncuk, ne zaman gitseler eğlendirir, akrobatik haltlar yer. Yirmi beş yıl geçer aradan, anlatıcı Paris’te dolanırken iki cambaza denk gelir. Biri pazularını genişletip zincirlerini kırar, diğeri şişeleri kırar ve camların üzerinde yürür. Ateşsaçan gelir bir de, o da alevli şovuna başlar. En son polis gelir tabii, cambazlara ıstırap olur, birinin kolundan tutunca anlatıcı dayanamaz, fotoğraf makinesini çıkarıp şak şak çekmeye başlar. Polis arıza çıkarınca cambazların arkadaşı olduğunu söyler, turistliği önemli değildir, tüm cambazların dostudur o. “Başıma dert gelmesin diye bıraktım fotoğraf çekmeyi. Tartışanlar, izleyiciler dağıldı. Ateşsaçan ile Zincirkıran gömleklerini giyip bir kenara oturdular. Bir tek şişe kırıkları kaldı meydanda. Bir de benim kırık anılarım.” (s. 66) Başka bir dönüşüm öyküsü de “Fatmanım Teyze Ağacı”, bence kitaptaki en hüzünlü öykü bu. Yine çocuklar, çocukların o dipsiz duyarlılığı. Fatmanım Teyze’nin ahşap evi iyi ısınmaz, eskidir ama Fatmanım rahattır orada, gönlünce yaşar, çiçeklerini sular, yaşlılığını huzur içinde geçirir. Hain Evlat Ökkeş yüzünden rahatı kaçacaktır, oğlan evi bir müteahhite paketlemiş, kepçeyi de kendi ayarlamıştır ama annesini evden çıkarmayı başaramaz. Başardığında Fatmanım’ın diktiği fidanla ne yapacaklarını bilemez çocuklar, çok sevdikleri ihtiyarın belki de son dileğini yerine getirmek için çare düşünürler derken hikâye çatallanır, yaşam akar, bazı şeyler kurtarılır ve bazı şeyler kurtarılamaz.

Çetinkaya’nın son hediyesi bu, okunsa iyi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!