Mesafelerin aldığı biçimlerin yanında anlatım tekniklerinin zenginliği Kebabcıyan’ın öykülerini değerli kılıyor. Tekrara düşülmemiş değil, geçmişin izlerini arayan karakterler yasın benzer hallerine kapılıyorlar ve eskiyi benzer biçimde arayıp anıyorlar bazı öykülerde, kabul. Kabullük dilin aynılığı için, kurguyu yine teknik kurtarıyor. “Günbatımı”na bakalım, anlatıcı Zabel’in güncel zamanının hikâyesi, yıllar önce anlatıcıya gelen mektuplarla ardışık, bir yandan mektupları okurken diğer yandan anlatıcının mektupları yazan Keğam’a kavuşamamasının acısına şahit oluyoruz. Kaçış, ölümden dönüş anlatılıyor, ilk mektubun tarihi 1943, yer Berlin. Tepesine yağan bombalardan kurtulan Keğam hem kendi yaşadıklarını hem de arkadaşı Arsen’in durumunu anlatırken verdiği malumatın haddi hesabı yok da mektup bu, bilgi topaklarını kaldırır. Üstelik şikayet tonu da yok, göze parmak değil anlatılanlar, sadece yaşanan olaylardan bahsediliyor. Arsen’in babasının Aşkale’ye gönderilmesinden Varlık Vergisi’nin haltını anlamalıyız, demiryolunda zorla çalıştırılacak gayrimüslim vatandaşların çilesi. Burada bitmiyor üstelik, Zabel’in yazdığı mektuplardan birinde kardeşinin ikinci kez askere alındığını öğreniyoruz, Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı‘nı da öğrenmeliyiz ki güzel devletimizin reva gördüğü eziyetlerden birini daha bilelim. Yıl 1947, Arsen memleketine dönmeye karar vermiş, Fransa’dan Ermenistan’a geçebilmek için dolambaçlı bir yol izleyecek. Keğam oralarda İstanbullu Ermeni çocuklarla dolaşıyor, Eiffel’e çıkıp etrafı izliyor ve Zabel’den bir gün gelmesini, artık kavuşmalarını istiyor da işler kötü İstanbul’da, Zabel’in babası köydeki evi zar zor kurtarmış da dükkânı kurtarabilmek için Osmanbey’deki apartmanı satmış. Güzel haber sayılabilecekse bütün düğünlerde baş konukmuş artık Zabel, Keğam’la ikisi için kalkıyormuş kadehler, anlıyoruz ki aşkları dillere destanmış. Değil artık, 1956’da Montreal’den, 1964’te LA’den gelen mektuplar yılların hızla geçtiğini gösteriyor hatta arkadaşlarının söylediğine göre Kınalıada’daki aile evine gelmiş Keğam, yanında Amerikalı eşi ve çocukları da varmış. Hayal kırıklığı güllere de vuruyor bir yerde, onca yılın başı ve sonu: “Babamın, üzerine titreyerek gül yetiştirdiği, şimdi yabangülü yığını haline gelmiş bahçeye ve bana günbatımını müjdeleyen gökteki bulutlara bakacağım gülümseyerek. Bir bahçıvan tutmalıyım, güller yeniden çiçek açmalı, tıpkı eskiden olduğu gibi.” (s. 16) Kebabcıyan’ın karakterleri birkaç öyküde karşımıza çıkacak, acılarını o öykülere de taşıdıklarını unutmazsak yaşananları anlayabiliriz. Başta sürgünlük ve dünyanın sevdaları yutması varsa ardından evin değişimi geliyor, özellikle Yeşilköy odağındaki büyük değişim. Son öykü aslında bütün öyküleri kapsayarak bu değişimin sayısız örneğini sunuyor da önce 6-7 Eylül’ün korkunç ortamını anlatan “Kâbus”a bakmalı. Anlatıcı küçük bir çocuk, ışıkları kapamasını isteyen anneannesini anlayamıyor, dinlemiyor da, karanlığı sevmiyor çünkü. Torununu korumaya çalışan kadın hemen kucağına alıyor ve dışarıdan gelen sesleri duyup duymadığını soruyor, anlatıcının kulağında Roy Rogers’ın tabancalarından çıkan ses var hâlâ. Başka şeyler duyacak az sonra, “Kıbrıs Türk’tür!” bağırışları yankılanacak, anneanne yerinden fırlayıp hemen kapıyı kilitleyecek, dua etmeye başlayacak ve üst kattaki komşu Ayşe Hanım’ın sesini duymaması için de dua edecek. İyi buluş: duaların arasına dışarıdan gelen curcunayı sıkıştırmak, kırılan camların ve insanların haykırışlarının arasına anneannenin yakarışlarını yerleştirmek. Çocuk aklı hepsini bir algılıyor, annesinin vitrinlerine baktığı dükkânın neden yağmalandığı meçhul. Oyuncak dükkânı, komşu evler, kapılar kırılıyor, kumaş topları yerlerde, Franguli’de teşhir edilen mücevherlerden bir tane bile kalmamış meydanda, sanki kıyamet kopuyor. Gerisi yıllara yayılan olayların hızlanmış zamana sıkışması, ayrılamayacak kadar iç içe geçmiş olayların akışı. Anne baba evde değil, kapıya dayanan yok ama komşuların evleri basılmış, esnaf korkunç halde zaten, çocuğu çok seven Halil Bey, çocuğa poğaça veren Halil Bey sokaklarda, birilerine ölüm kusuyor, Rumların gebermesini istiyor ve bu sebeple çocuğun babasından, arkadaşından yediği azar karşısında gıkını çıkaramıyor, aile göçmeye karar veriyor ve her şeyi geride bırakıyor, anneannenin yüksek sesle okuduğu dualar bitmeden yaşlı kadın toprağa veriliyor, yanında ailesinden kimse yok. Zulüm birdir artık, bilince öyle bir işlemiştir ki bilişsel sürecin bir parçası haline gelmiştir adeta, bilinç akışına dönüşmüştür.
“Köy”ü okuduktan sonra Hamasdeğ’in Güvercinim Harput’ta Kaldı‘sına tekrar bakmak istedim, Ermeni köylerinin rengini hatırlamak için. Kebabcıyan bütün köyü sarıya boyamıştır, doğa sarıdır, yaşlı kadınların yüzleri sarıdır, üstelik anlatıcının yaşadıkları da tuhaftır biraz, düşlere karışmış gibidir dünya. Yabancılık daha el sıkışma düşüncesiyle başlar, anlatıcı köyüne döndüğü zaman akrabası tarafından karşılanır, sarılırlar ve iyi ki el sıkışmazlar çünkü köylünün nasırlı eliyle şehirlinin yumuşak eli uyuşmayacaktır. Günler hızla geçmeye başlar, anlatıcı onca yıldan sonra köyü tekrar keşfetmek zorunda olduğu için rehbere ihtiyaç duyar. Tabii bazı görüler için rehber gerekmez, anlatıcı silahlı adamları görür bir sabah, dökülen bağırsakları ve kesik boğazları dehşetle izler, bir anlamda köyün neden terk edildiğini ve insanlarının kağnılarla yollara döküldüğünü anlar. Esas kabus bu öyküde, neyse ki kapı çalar da anlatıcı uyanır, ayağa fırladığında sararmış fotoğraflar yere düşer. Bağlaması güzel, tansiyonu oynak, sesi yeni bir öykü, güzel. “Erciyes”e geliyoruz, yahu bu da iyi öykü. Yola çıkmadan önce otel görevlisinden dönüş yolunu öğrenen Garabed hemen otele varmak ister ki eczaneden aldığı ilaçları ateşler içinde yatan oğluna getirebilsin. Hızla yola koyulur ama yolculuğun sonu gelmeyecektir, yarım saatlik mesafe zaman içinde kaybolan kentin eski yapılarını, sakinlerini ortaya çıkardıkça Garabed hayaletlere takılıp kalacaktır adeta. Mesela isim meselesi, Aksalur’dan geçerken önceki gece “Isbidag salor” diye mırıldandığını hatırlar, “beyaz erik”. Türkçeleştirmeyle kaybolmuş anlam ilktir, gerisi sökün edecektir artık. Yeraltı şehirleri ve yıkılan kiliseler, kurşun delikleri ve nihayet Surp Garabed Manastırı. Askerî bölgenin içinde kaldığı için fotoğraf çekemez Garabed, en azından birkaç Ermeni’ye rastlamak için sağı solu gözlemeye başlar. Bilen birine sorduğunda Erzurum’un tamamen kurutulduğunu, Erzincan’daysa on kadar ailenin yaşadığını öğrenir, aradığı kiliseyi bulmasından sonra ikinci teselli. Ne kadar teselli bulduysa artık, askeriyenin tankları Erciyes’e çevrili, dağdaki köyler yeterince çekmemiş gibi tehdit altında. Çocuğun ilacı da var, Garabed gaza basarak kayıp dünyayı geride bırakıyor ve otele varmaya çalışıyor tekrar. Öykülerde geçmiş özgün biçimlerde de aranıyor, bu yüzden arayışın ortaklığı bunaltan bir döngüye girmiyor, yeni yüzler ve olaylarla ortaya çıkıyor. Kebabcıyan’ın kurgusal icatları epey başarılı.
“Resmigeçit”le bitireyim, video kasete kayıtlı yaşamın hassas kalple ölçülmesiyle. Anlatıcı eşinin cenazesi için ekip tutmuştur, verilen kaseti izlemektedir. Resmigeçit aslında eşinin ve kendisinin hayatındaki insanların, en azından cenazeye katılanların işidir, öyküde şöyle bir görünüp kaybolurlar. Eş hariç, onun yaşattığı mutlu anların yanında yol açtığı mutsuzluklar da ortaya çıkar. Sadakatsizlikler başkalarının yüzünden okunur, eşin borç para alıp yurt dışına kaçması ve uzun süre dönmemesi anlatıcının zihninde bitmez bir işkenceye dönüşür, ölüm bile kinini kıramamıştır açıkçası. Nihayet kaset biter, eş gerçekten gömülür ve kadın komşusunun çağrısıyla kâğıt oynamaya iner. Bir ömrün öfkesi plastik bir nesneye sıkışmıştır, çocuklar da iyi çekmişler sağ olsunlar, kadın hafifleyip de kapatır televizyonu.
Yeşilköy hemen her öyküde geçse de bazı mekanlarla tekrar tekrar karşılaşırız, tarih olmuş restoranlar, binalar sayfa başı karşımıza çıkar. Ömür‘ün yer aldığı son öykü aslında bütün öykülerin öyküsüdür bir anlamda, göçlerin ve ölümlerin hikâyesidir, değişen şehrin ağıtıdır, ne denirse artık.
Çok iyi öyküler, tavsiye ederim.
Cevap yaz