Davis azılı bir Proust çevirmeni, Aciman’ın derlediği Proust Projesi‘ndeki yazısına bakınca ânın sevgiyi içerme, genişletme biçimine diyeceğim, getirdiği açıklamadan anlatının, anlatılanın ve anlatıcının zamanına kafayı taktığı söylenebilir. İyidir, bu metinde bir kaybın kapsanmasına yardımı dokunmuştur onca uğraşın. Otobiyografik gibi duruyor, anlatıcının çevirmekle boğuştuğu metnin yansımasını acı bir çay olarak görebiliyoruz mesela, anlatıcı bir gün, “O” dediği şahıs kendisini terk ettikten sonraki günlerden birinde çay içiyor, yüzünün buruştuğunu ve aynı anda kilidin açıldığını hayal ediyorum, kaybın üstesinden gelinmiştir ve yas tutulmuştur, her şey bitmiştir artık. Son derece kişisel, madlen yerine sunulan çayın muadili herkeste farklıdır diye tahmin ediyorum, mesela rüyalar. Bir rüya görüyorum ve o sabah rezil bir halde uyanıyorum, birini çok özlüyorum ve görüşemeyeceğimizi, iletişime geçmeyeceğimizi bildiğimden kahroluyorum resmen. Sonra zaman geçiyor, başka bir rüya görüyorum, aynı kişiyi görmüşüm, uyanış normal. Bir şey kalmamış, unutuşun ölçeği olarak rüya. Ve anılar hiçbir zaman o unutuşun ardındaki kadar berrak görünmemiş, olmamıştır, Sabahattin Ali’nin dediği gibi anımsarız ama tesiri yoktur artık, tesirsiz anı en bozulmamış, yorumlanmamıştır, olağanlıktır, hatırlanması ve tekrar unutulması kolaydır. Anlatıcı bu metinde bazı şeylerin yerinin değişebileceğini, bazı şeylerin öyle olmadığını veya olduğunu, geçmişin artık sabit olmadığından bahsediyor, kronolojik kaymanın berraklığı ortadan kaldırdığını sanmam çünkü apaçık anımsıyor anlatıcı, zamanları karıştırsa da O’nun saçlarını karıştırmasını, gülüşünü, ayırt edici eylemlerini hatırlıyor. Güdümlü işlemin de etkisi var bunda tabii, anlatıcı bir roman yazmaya çalışıyor ve romanı yazmaya çalışmasının romanını okuyoruz biz, otobiyografik metinlerde anlatıcı, persona, yazar, araya ne girmişse iç içe geçebiliyor, yazar kendisinin serbest dolaylı anlatıcısı haline geliyor, anlatıcı katmanları. Kurguya çatılan anı, hikâyenin veya yaşamın kurmacaya dönüşmesi ve buna benzer zamazingolar gırla. Laboratuvar soğukluğuyla ele alınıyor, ilginç bir şey. Anlatıcı O’yu yitirdikten sonra yaşadıklarını ve O yaşamındayken hissettiklerini aynı sesle, aynı mesafeyle anlatıyor, kendisini biçip romanı ortaya çıkarıyor ki buna sonlara doğru değiniyor bir yerde, söylenmeyenlerin metne dönüşmesi, kurmacaya evrilmesi kuvvetli ihtimal. Bir yerde kendimden biliyorum, iki kişilik hikâye taraflardan birince kasten tamamlanmamışsa diğer taraf kurmacaya dökebiliyor yarımlığı, maksat gerçeklikten kurmaca yoluyla emin olmak. Karışık mevzu, bir eksiği tamamlama çabası diyeyim. Neyse, Berkan bu kitabı hiç sevmediğini söylemişti geçen hafta, Davis’in öykülerinden sonra çok yavan gelmiş. Benim okurluğuna güvendiğim iki üç insandan biri Berkan, ne tür metinleri sevdiğini aşağı yukarı biliyorum ve bu metni neden sevmediğini anlıyorum, benim bu metni neden sevdiğimi de anlıyorum. Öncelikle bu romanın gerçekten de Davis’in öyküleriyle pek bir alakası olmadığını söylemeliyim, arada bir iki anıştırıcı oyun var, mesela O hakkında bir şey anlatırken O’nun bir şeyi öyle yapmasını, öylenin böyleliğini, böyleliğin şöyleliğini ve kendindeki şöyleliğin O’nun böyleliğine, şöyleliğine ve öyleliğine bağlandığını anlatıyor, tam da bu dizgeyle ördüğü bir öyküsü var Davis’in, kendinden esinlenme diye bir şey varsa bu olsa gerek. Kısacası öykülerle roman arasındaki benzerlik bu kadar, romanda müthiş takıntılı bir anlatıcının acısını, aşkını, yaşamının bir dönemini masaya yatırdığını görüyoruz. Üniversitede ders veriyor muhtemelen, orta yaşlara varmış ve öykü yazıyor, çeviri yapıyor, romanıyla uğraşıyor işte, parasını idareli kullanmaya çalışıyor ve aşkıyla ne yapacağını düşünüyor. Romana dönüştürmek iyi fikir, çatışmaların kaydı sıkı tutulduğu için aşkın iki yüzünü görebiliyoruz, anlatıcı bir yandan O’yla pek de uyuşmayan hayatında O’dan bazı koşullarda uzak durmaya çalışırken diğer yandan O yanındayken duyduğu huzuru ve mutluluğu, sevincin türlerini anlatıyor, tam bir diyalekt.
Hikâyenin sonu baştadır, anlatıcı bir arkadaşıyla terasta otururken O’nu son defa gördüğünü bilmez, kendine bir bardak su almak için içeri giren O, dışarı çıktığında artık tükendiğini ve kendi yoluna gideceğini söyler. Bir yıl sonra Fransızca bir şiir yollar, anlatıcı borç verdiği 300 doları ödediğini düşünmüştür ama mektuptan şiir çıkınca şaşırır, geri dönüşler ve ayrılıklar üzerine yazılmış dizeleri okuduktan sonra nasıl cevap vereceğini bilemez. Şiiri yorumlamak istemez, nasıl olduğunu anlatmak istemez, bir öykü yazıp yollar o da. Böyledir, bir metin gelmişse cevap başka bir metindir. Zarfın üzerindeki adrese yollanan mektuba bir cevap gelmez, anlatıcı bir arkadaşıyla birlikte geziye çıktığında O’nun yaşadığı yere gider ama kimseye rastlamaz. Kısa süre önce evlendiğini duymuştur, bir yerlerde çalışmaktadır herhalde, en son pompacı olarak çalıştığı istasyonda mutlu olmadığını hatırlar anlatıcı. O iyi bir yazardır anlatıcıya göre, orada burada kalır ve evinin garajında durmadan yazar. Para sıkıntısı çeker, evi dağınıktır ve anlatıcıdan on beş yaş kadar küçüktür, bu yüzden aralarındaki uzaklığı aşamazlar bir türlü. İki taraf da gençlik ve yaşlılık tedirginliğine boğulmuştur, O temkinlidir, anlatıcı öğretmen ve anne karışımı bir kimliğe bürünmüştür, anlatıcı yaptığı bencillikleri çok sonra fark ederek şaşırır, O bütün o gerginliğin kendisini ne kadar yorduğunu sözleriyle anlatamayınca davranışlarıyla anlatmaya çalışır ama anlatıcı aşkın kendi perspektifinden gördüğü tutkusuyla hiçbir şey görmez, O’nun bulunduğu ortamlarda rahatsız olur, aslında uyumsuz olduklarının farkındadır ama ansızın tutulmuştur, kurtulmak istemez. Ayrıldıktan nice zaman sonra bile hatırlamaya çalışır, O’nun karşısına çıkarak kendini alçaltır, en sonunda tamamen ayrılırlar ve ortak tanıdıklarla da iletişim kopunca romanın sonu gelir nihayet. Roman bir sağalmadır, anlatıcı tutkudan kurtulmak için zamanı yakalamaya çalışır, bazı cümleleri çok benzer biçimde tekrar tekrar kurar, anlattığı bazı hikâyeleri kısaltıp uzatarak tekrar anlatır, hafızanın arızasını göstermek ister. Bu tekrarlar her şeyin olduğu gibi hatırlanamayacağını, kusursuzca aktarılamayacağını ve unutmak için hatırlamak gerektiğini gösterir, metin açısından düşünürsek romanın ne tür sancılarla yazıldığını da gösterir. Anlatıcı ilişkisine dair pek çok detayı kâğıtlara yazmış, kâğıtları da gruplamıştır ama kategorize ettiği anı parçaları sınırları aşar, yaşanmış olabilecekler yaşanmışlara dönüşür, kurmaca ögeleri gerçeklere bulanır, her şey iç içe geçer ve roman uzadıkça uzar. Anlatıcı her ne kadar kurmaca bir metin yazmaya çalıştığını söylese de gerçeğin bir çatlaktan sızıp bütün metne yayıldığını, bu durumdan kurtulmak için kimi yazarların yazmaya dair metinlerinden yararlandığını dile getirir ki bu yazarlardan biri de Ishiguro’dur, ismi verilmez ama anlaşılır bu, kurmaca örgüsünü sıkı sıkıya ören Ishiguro’nun anlatıcıya yol gösterdiğini söyleyebiliriz. En azından önemli olanın yapı olduğunu anlar anlatıcı, metnin başında duyulan sesini metin boyunca korur ve finali de aynı duygusuzluğa varan tonla oluşturur. Arkadaşlar gitmiştir, O ülkenin herhangi bir yerinde yaşamını sürdürmektedir, roman da bitmek üzeredir ve birilerine okutulmayı beklemektedir, anlatıcı iyileşme sürecini tamamlayarak metnini hazır hale getirir. Bu durumda ne kadar iyileşilebilirse tabii, yine de onca acının bir metne dönüşmesi tesellidir, kuvvetli bir tesellidir hem de, yarımlığı tatmin edici kılar.
İyi bir metin bu, Davis bir şey deniyor ve iyi de yapıyor bence. Öykülerinin yanında sönük kalsa da ilginç bir deney, tam, hatırlama üzerine bir ders. Diyalogsuz, zihnin kurgusu.
Cevap yaz