Kuzey Kutup Bölgesi’nde bir zamanlar adamın teki milletin ekmeğine tebelleş olmuş, yetenekli avcıların yakaladığı fokları çalıp lüpletiyormuş. “Asla İnce Buz Üzerinde Yürümeyen” olarak bilinirmiş, işi bilmeyenler cup diye suya gömülürken bu adam ne zaman nereye gideceğini bilirmiş, hırsızlıkta nam yapmış. Bıkmışlar, adamı da yanlarına alıp ava çıkmışlar, sonra elini ayağını bağlamışlar ve öldürmeye çalışmışlar. Adam sağlam bir silkelemiş hepsini, ağız burun kırmış ama yine de ağır yaralanıp ölmüş. Gökyüzüne yükseldikten sonra Prokyon adlı yıldıza dönüşmüş, rengi kan kırmızısı. Adamı öldürenlerin yürekleri soğumamış, evini de basıp eşini ve çocuklarını öldürmeye karar vermişler ki sonradan başlarına bela olmasınlar. Kadın dişli çıkmış, bizimkileri hacamat edip paketlemiş. Hikâye aşağı yukarı böyle, hissesi de ince buz üzerinde yürüyenin dibi boylayacağı ve daha da önemlisi herkesin kendi ekmeğinin peşinde koşması gerektiği. Elin emeğine çökenler sopayı yerler, çok açık. Başka bir hikâyede kış ortası, iki avcı hangi yöne gideceklerini bilemeyip kayboluyorlar. Biri Sirius’u takip etmeye karar veriyor, diğeri Vega’ya doğru yürüyecek ve kalın buzu bulan yaşayacak. Sirius güneyden doğuyor, sıcak sulara doğru ilerleyen avcıyı güzel bir son beklemiyor, diğeri yırtıyor. Yıldızların gösterdiği yönlerde ne olduğunu bilseler riske girmeden kurtulacaklardı, kısacası kara perdede neyin nerede yer aldığını bilmek önemli. O kadar kuzeyde yıldızların belli bir çizgi üzerinde hareket ettiği malum, haliyle yönü bulmak daha kolay. İnuitler “asla yerinden kıpırdamayan” adını verdikleri bir yıldızla yönlerini buluyorlar, takımyıldızları ren geyiğine benzeterek işlerini kolaylaştırıyorlar ve hikâyeler uydurarak bu bilgileri sonraki nesillere taşıyorlar. Kendi tekniklerini de geliştirmişler, sol elinizin baş parmağını bir yıldızın üzerine koyup diğer parmakları da uygun yıldızların üzerine getirirseniz kolunuz anakaranın bulunduğu yönü gösteriyormuş mesela, ne buluş! Güneşin çok kısa bir süreliğine gözüktüğü zamanların haricinde aylar süren geceler insanların bütün yaşamlarını biçimlendirmiş, öyle ki şafağın sökmesiyle birlikte yerliler hemen şenlik kurup tensel zevkler ve sarhoşlukla kendilerinden geçerler, şarkılar söylerlermiş. Erzak bitmek üzere, yaşamın sürüp sürmeyeceği belirsiz, sonra şafak vakti geliyor ve kutuptaki Bacchus Ayini başlıyor. Aveni bu tür toplumsal özelliklere yer veriyor ama hikâyeler ağırlıkta tabii, ayılıyı da anlatmalı. Üç adam bir ayının peşine düşüyorlar, güneşin doğuşundan batışına doğru koşan hayvan en sonunda gökyüzüne kadar ilerliyor, adamlar bir de bakıyorlar ki kendileri de gökyüzüne ulaşmışlar. O kadar geldikten sonra ayıyı avlamadan dönmek istemiyorlar, malum, uzaya çıkıp eli boş dönülmez. Nihayetinde hayvanı avlıyorlar, etini ve postunu alıp dönüyorlar, gökyüzüne de cömertliğinden ötürü bir parça et atıyorlar. Bu hikâyeden ne çıkar, mesela işbirliğinin önemi bariz, paylaşıma dair mesaj açık, bunun kötü biten versiyonlarını da düşünürsek önce iş güvenliği tabii, bir hayvanı avlamak için uzaklaşmanın da bir sınırı olmalı. Uzayın enginliği pek çok mutsuz, talihsiz veya özgür karakteri barındırıyor, mitlere baktığımızda ailesinin dışladığı çocuklardan uzaya yelken açan gemilerdeki tayfaya kadar pek çok kimse yıldızlara veya bulutsulara dönüşüyor, hayvanlar zaten önceden gitmiş sanıyorum. Çinlilerin takvimi hoş, hayvanlar arasında bir yarış düzenleniyor ve en hızlı olanlar, aklını kullananlar bitiş çizgisine diğerlerinden önce varıp on iki yerden birini kapıyor. Ejderha birini kurtarmak için geride kalıyor, kaplan avlanmaya karar verip yarışı geç bitiriyor ve son sıralarda yer alıyor, böyle. Bir şeyi itiraf etmem lazım, şu yıldız kümelerindeki hayvan çizimlerinden hiçbir şey çıkaramıyorum ben, mesela Camış Takımyıldızı çizilmiş bir yere, çizgilerle bir şekil çıkıyor ortaya ama camışla ilgisi yok, hiçbir şeye benzetemiyorum yani. Sayısız yıldızın içinde neden belli noktaların seçildiği malum, parlaklığı ve yeri birbirine en yakın yıldızlar bir grup oluşturuyor ama neye göre camış, neye göre akrep? Mesela ikisinin tokuşumuyla ortaya çıkan kanguru en kanguru mesela, yani hayvana benzeyen en hayvan ama Kanguru Takımyıldızı diye bir şey yok. Tabii burada Aborijinlerin kültürünün baskın olmamasının etkisi var, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan toplumlar kendi hayvanlarını bulmuşlar gökyüzünde, bazıları kendileri taşımış. Mesela And Dağları’nda yaşayan yerliler lamalar mıydı, bir hayvanı hemen göğe yükseltip kuta bulamışlar çünkü o kadar yüksekte yaşamayı mümkün kılan etmenlerden biri lamaymış. Olur bu, kutsal hayvanın yeri yukarıdadır ve aşağıdadır, aşağıda olan yukarıdadır, kutsal metinlerin yazdığına dünyanın öbür ucundaki yerliler bambaşka yollardan varmışlar, şahane.
“Gökyüzündeki İmparatorluk” kitaptaki en ilginç bölüm olabilir. Pawneelerin İlk Gök Gürültüsü Töreni’nde anlattıkları bir hikâye Kurt-Kandıran ile Paruxti arasındaki mücadelenin ölümü dünyaya getirdiğine dayanıyor. Bu ikisi tepişirlerken insanlık ölümle lanetlenmiş, sonra biri Yılan Yıldız’dan, Antares’ten yardım istemiş ve hakkında kötü hikâyeler anlatanları öldürmek üzere yıldızdan yılanları getirmiş dünyaya, hikâye içinde bir sürü hikâye. Bunlar genelde erginlik ayinlerinde anlatılan hikâyeler, sonrasında genç Kızılderililer doğaya salınıyor ve yaşamayı başaranlar döndükleri zaman canlarıyla birlikte hikâyeleri de kurtarmış oluyorlar, hikâye taşıyıcısı haline gelip kültürlerini geleceğe taşıyorlar. Özünde yansıma var bunların, Lakotaların ulularından bir ulu yıldızlarda olanın yerde, yerde olanın yıldızlarda olduğunu söylemiş. Aveni’ye göre modern kozmologların söylediği de bundan başka bir şey değil, hepimiz yıldız tozundan ibaretiz. Kökenimize dair yorumlarımız farklı, örneğin Pasifik’teki insanların gökyüzünü kendi evleri olarak görmelerine pek çok kültürde rastlanabilir ama gökyüzünü çizdikleri maddeler, yıldızlara verdikleri isimler ve anlattıkları hikâyeler bambaşka tabii. Örüntüler kolaylıkla bulunabilir ve benzerlikler ortaya çıkarılabilir gerçi, Antik Yunan’daki hikâyelerin pek çoğunun kuzeyden geldiği düşünülüyormuş. Okyanusta etkileşim yine var ama bambaşka bir kültür çorbası oluşmuş, yüzlerce mil yol giden yerliler hikâyelerini değiş tokuş ederlerken özleri çok az değiştirmişler, bu açıdan o diyarlar daha zengin. Kabilelerden krallıklara pek çok iktidar öznesi gökyüzüne yerleştirilmiş, yerlilerde örneği var. Qin Hanedanı da gökyüzüne mesken kuranlardan, yıldızlardan bazıları veliaht prens ve Ay’ı yönetiyor, bazıları güneşi yönetiyor, imparatorluk cariyesinin oğlu beş gezegeni yönetiyor falan, parsellemişler orayı. Kutup Yıldızı imparatoru temsil ediyor, manidar. Şehirler yıldızların konumlarına göre kurulmuş, iktidar meşruiyetini yıldızlardan almış. “İmparator yeryüzündeki başkentin düzenlenmesini kozmik enerjinin belirli bir noktadaki özellikleriyle uyumlu kılmak için, feng shui sanatını icra eden bir falcıya başvururdu. Yer üzerindeki işaretleri veya bir avuç dolusu toprak havaya atıldığında oluşan şekilleri yorumlayan bu uzman kişi, bir binanın nereye yapılması ve hem içinin hem çevresinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine karar verirdi. Kozmik bilgisinin kaynakları arasında manyetik alanlar, akarsu yolları ve yeryüzü şekilleri bulunuyordu. Ayrıca, üzerine çeşitli yazılar kazınmış eski kemik ve deniz kabuğu parçalarından oluşan kehanet kemiklerine de başvurulabiliyordu.” (s. 101) Kemikler, deniz kabukları ve yıldızlar, yukarıda olan aşağıdadır.
Müthiş bir kitap bu, insanın uydurma istencinin ve yeteneğinin bir sonunun olmadığını gösteriyor adeta. Atalarımız anlamı gökyüzünde bulmaya çalışırlarken şahane hikâyeler yaratmışlar, yaşamlarını bu hikâyelere göre düzenlemişler, toplumları bir arada tutan ortak miras böyle böyle çıkmış ortaya. Hayret ve hayranlık içinde okudum ben, bu kitabı uçan kuşa dahi tavsiye ederim.
Cevap yaz