Felisberto Hernandez – Ortancalar

Cortázar sunuş yazısında öyküleri okurken sezdiğimiz tuhaflığın, tuhaflığın dönüştüğü normalliğin kodlarını veriyor, değinmeli. José Lezama Lima’yla Hernandez’in edebi niteliklerini aynı kefeye koyuyor Cortázar, Lima’nın metinlerinden hiçbiri Türkçeye çevrilmemiş ne yazık ki. Neyse, Sokrates-öncesi filozofların şeylerle kurdukları bağları bu iki yazar da kuruyor, eşyalar gibi düşünceler de hem tam anlamıyla ortaya çıkmaz hem de elle tutulur gibidir, uykuyla uyanıklık arasında şiirsel bir yapı. Okurun doğrudan deneyimlediği, sözcüklere rağmen neredeyse dolaysız bir atmosfer, çözümlemesi zor. Her şey alışılmışın sınırları içinde gerçekleşiyor, hiçbir şey tanışlığın güvenliğini duyurmuyor, doğal olamayacak kadar garip olaylar karakterlerin garipliğiyle birleşince sıradanlaşıyor. Hayallerine körü körüne bağlı insanlar yaşadıklarını çözümlemek için adım atmıyorlar, bu durumu kabullenirsek, normalliğe ikna olursak Hernandez benzerine zor rastlanan bir manzara sunuyor okuruna. Gerçekliğin giderek daha da “sıkılaştığı” bir dönemde Latin Amerika’nın büyüsü, fantazi dünyası bu öykülere pek uğramıyor, Hernandez’in öyküleri kolaylıkla fantastiğe oturtulabilirse de özden çok şey kaybettirir bu, zira olağanüstülüğün bir omurga gibi yapı boyunca ilerlediği metinler değil bunlar: “Sürekli bir iç sıkıntısı çekmekte olan yazınsal eleştiri, Felisberto Hernandez’inki gibi bir yapıtı, bulunması gereken yere oturtmaya çağrıldığında silindir şapkadan gerçeküstünün koskocaman beyaz tavşanını çıkarmaya yönelir; başka bir şeye geçmeden görüntünün dondurulmasıdır bu, üstelik tavşan canlıdır ve Felisberto’nun piyanosunun üzerinde geziniyordur.” (s. 7) “Gerçeküstücülük efsanesi ne zaman bitecek?” diye sorar Cortázar, moda akımlara oturtulmaya çalışılan Hernandez’in hiçbir çerçeveye sığmayacağını söyler, zaten Hernandez de Paris’e bir kez gitmiş ve büyük olasılıkla kimseyi görmemiştir orada. Jarry’yi veya Raymond Roussel’i görürmüş görmek istese, ressamın eserlerindeki gerçeklik biçimlerini pek beğenirmiş, kendi öykülerine yakın bulurmuş. Öykülerindeki ögeler üzerine düşünmek değilmiş Hernandez’in isteği, kurmaca dünyasını bütün olağanlığıyla sunmakmış ki gerçekten de hiçbir öyküde hiçbir şey sorgulanmaz, engin bir özdeşim karakterlerle şeyler arasındaki farkı ortadan kaldırır, sanki anlayışın gücü karakterlerin psikolojik ve toplumsal normların dışına çıkmalarını çabuklaştırır ve doğallaştırır. “Onun sevdiğimiz yanı, yalınlığı, çağının edebiyatını alabildiğine kalıplaştıran o törensellikten kesin olarak yoksun oluşudur. Kendini, alışılagelmiş durumlardan çekip alarak başka bir varlıklar ve nesneler düzenine sokan bir düşe kaptıran Felisberto’nun ülkesi ve tarihsel alanda yaşanmakta olanlar üzerine düşünmek aklından bile geçmemektedir, bakışları onu çevreleyen duvarda durup kalır denebilir, ülkenin genel görünüm ya da toplum yapısında konumlandırma yolunda deneyimlerini değerlendirmek için kendini zorlamaz bile.” (s. 8) Tarihsel bir bakış sunulmaz da Uruguay’ın sokaklarındaki gündelik dram bütün gerçekliğiyle işlenir, laf kalabalığı yapılmaz, anlatı oyunlarına ve türlü numaralara başvurulmaz, şehrin üzerine inşa edilmiş başka, aklı zorlayan bir şehir anlatılır. Cortázar’a göre Hernandez’in yeteneği ferahlatıcı ve ilham vericidir, çağdaşlarının kıpır kıpır zihinlerinden çıkan uçuk metinlerinin yanında Hernandez’inkiler “duru bir çarpıklığı” diyeceğim, yansıtır. Çarpıklığın açıklanmasına dair bir çaba yok demiştim, öyküler baştan sona aynı tempoyla ve belirsizlikle ilerler, şaşkınlık verici olayların o kadar da şaşkınlık vermemesi bu düz, çizgisel anlatının durağanlığına da yaslanır biraz. Hatta ilk öykünün adı bütün gizi daha en başta ortaya serer ama Hernandez okurunu öykünün sonunda ortaya çıkan herhangi bir numarayla tartmayı aklından bile geçirmez.

“Batık Ev” anlatıcının bir zaman sonra hatırladığı geçmişten parçalar halinde sunuluyor, aslında bütün öyküleri göz önüne alarak söylenebilir ki anlatıcılar yaşananları bilinçlerinde tekrar inşa ederlerken bir şekilde mantığa bürüme süzgecinden geçirirler, dolayısıyla anlatıcının mı yoksa kurmaca dünyanın mı çarpık -veya normal- olduğunu bilemeyiz, pek bir şeyden emin olamayız, elimizde sadece hikâye var. Bayan Margarita küçük adanın çevresinde kayıkla dolanıyor sık sık, anlatıcının çektiği kürekler olasılıklara adım adım yaklaştırıyor adamı. Margarita’nın kocası belki o adada gömülü diye düşünürken gerçeği öğreniyor, adam İsviçre’nin bir yerinde yaşamını kaybetmiş, bunun üzerine önce yazlık bir ev olarak kullanılan, sonra gözlemevine dönüşen, Almanların eliyle denizin dibini boylayan teleskobuna kavuşamayan yapı sulara gömülmüş, Bayan Margarita sulara gömmek için satın almış orayı. Bir müddet sonra anlatıcıyı yanında kalması için yeğeni Alcides vasıtasıyla davet etmiş. İyi para, güzel bir yaşam, bol suyla birlikte tabii. Evin cephesi sarmaşık kaplı, hizmetçiler sessiz, anlatıcı Margarita için yeni bir sima ve okuyacağı çok öykü var. Hemen her akşam birkaç öykü okumak ve bazı günler kürek çekmek dışında yapacak başka bir şey yok, bu yüzden evi keşfetmek anlatıcının can sıkıntısını gideren gündelik bir eyleme dönüşüyor. Mühendis sistemi anlatmaktan gurur duyuyor, evin her yerine ulaşan borulardan bazıları suyu yutarken bazıları gölün suyunu içeri pompalıyor, öyle ki yapay bir fırtına oluşturmak için özel olarak döşenmiş borular bile var. Margarita detaylara değinmeden eşini nasıl kaybettiğini ve suyla nasıl ilişki kurduğunu anlatıyor, hizmetçisi Maria’ya göre hanımının garipliğinin sebebi eşinin kaybı olduğu kadar okuduğu kitaplar da. Suyun ruhuna dair okudukları eşini akışkanlıkta bulacağını düşündürmüştür, konuşmalarla suyun kirletildiğini ve sessizliğin önemini anlatmıştır, oluk gibi akan suyun içindeyken her şeyin, yaşamın daha kolay akabileceğini göstermiştir. Sonuçta su her yerde aynıdır, Margarita anılarını evin belli yerlerine yerleştirmektense bütün evi suya gömerek anılarını her yere dağıtmayı tercih eder. Evde yangın çıktığı zaman içinde salındığı suyu kullanmayı aklından bile geçirmez mesela, itfaiyeyi arar ve yardım gelene kadar yangının yayılmasına neden olur. “Suyun üzerinde, ellerinde zararsız bir kuş örneği bir kitapla, bir bulut ağırlığıyla ilerlemek istiyordu. Gelgelelim özellikle istediği suyu anlamaktı. Ola ki, diyordu bana, su akmak istiyordur yalnızca ve akla, gelgeç düşünceler getirmek istiyordur; ama suyun almış olduğu bir haberi taşıdığı inancıyla öleceğim ben, benim olmayan ve bana yazgılanmış düşünceleri bana iletmek için aranıp durduğuna inanarak. Ne olursa olsun, su mutlu ediyor beni, onu anlamaya çalışıyorum; anılarımı suyun içinde korumama da hiç kimse engel olamaz.” (s. 41)

“Timsah”tan da bahsedip bitireceğim, geriye kalan ona yakın öykü okurun elinden öper. Anlatıcımız piyanist olarak hayatını kazanmaktadır ki diğer öykülerin çoğunda da piyanist bir anlatıcıyı dinleyeceğiz, muhtemelen aynı insanı. Bu adam az buçuk ünlüdür ama her zaman para sıkıntısı çeker, menajeri yok anlaşıldığı kadarıyla. Ne yapar, şehir şehir gezerken pencerelere yaklaşır ve nesnelerle davranışları gözleriyle çalıverir, hemen kendindeki karşılıklarını bulur. Ağlama nöbetleri için işe yarayacak bir alışkanlık. Uzun süren işsizlik dönemini bir çorap fabrikasına girerek atlatan anlatıcı istediği zaman ağlayabildiğini keşfeder, yüzünü buruşturduğunda gözyaşları kendiliğinden akar. Kadınlar ağlayan bir adamı görür görmez yanaşırlar ve tuzağa düştüklerini bilmeden adamı teselli etmeye başlarlar, bol bol çorap alırlar bir yandan. Anlatıcı mağaza mağaza gezmeye ve ağlamaya başlar, şirket deli para kazanır. İyidir ve kötüdür bu, konser sırasında gerçekten duygulandığı için ağlayan adamın adı bir kez çıkmıştır artık, seyircilerin arasından, “Timsah!” diye haykırır biri, böylece anlatıcı neye tam olarak ağladığını bilemez hale gelir, kim olduğundan da emin değildir artık.

Yeni baskısı lazım bunun, öykü severler mutlaka okumalı. Bizdeki muadili Firdevs Ev’in Tavana Bak‘ı diyebilirim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!