İskandinav tuhaflığı gerim gerim geriyor, okuru sembol yorumuna koşuyor, iki kardeşin kavgasını Hristiyanlık mitlerine bağlamak için uğraştırıyor. Önce Lindgren’den bahsetmeli, Kuzey İsveç’teki küçük kasabalardan birinde doğuyor ki bu Kuzey ve Güney İsveç farkıyla metinde sık sık karşılaşıyoruz, Lindgren doğduğu toprakları anlatırken müphemliğe boğuyor metnini ama okuru boğmuyor, karakterlerin seyri keyif verici. Tevellüt 1938, önce şiirleriyle ilgi çeken yazar romanlarıyla ünleniyor, 1991’den sonra İsveç Akademisi’nin on sekiz daimi üyesinden biri oluyor, haliyle Nobel jüriliği yapıyor bir süre. “Lindgrence anlatım” olarak tanımlanan yeni bir türü ortaya çıkardığı söyleniyor biyografide, gerçekten kendine has karanlık bir anlatımı var bu metnin. Sinemaya uyarlamalar, ödüller geri kalsın, metne bakalım. Konuşmasını yaptıktan sonra küçük bir pansiyonda uyuyacak orta yaşlı kadın, azizlerle ilgili metinler yazmasının yanında konferanslara da katılarak uzmanlığından faydalanmak isteyenlere kapı aralıyor ama son konuşmasını dinleyen on beş kişinin dışında gelen yok, onlar da konuşmacı yalnız kalmasın diye görev bilinciyle gelmişler, konuşma biter bitmez salondan ayrılıyorlar. Biri dışında, o yaşlı adam konuşma sırasında uyurken sonlara doğru uyanıyor ve kadına yanaşıp kendi evinde kalacaklarını söylüyor. Kadının hiçbir şeyi sorgulamamasının garipliğinden önce konuşma esnasında bahsettiği mucizeler olağan dışı olayların yaşanacağını sezdiriyor bazı bazı. Şu da var: “Kutsal insan, ya da kutsal insan denen insan, bu dünyadaki yaşamında, alelade anlamda, bir düş dünyasındaymışçasına, sahibini taklit eden bir köpek gibi yaşamak yerine, yabancı ya da adı konulmamış bir şeyi yansıtır, tanıtır gibi yaşama tutkusuyla doludur.” (s. 9) Öne çıkan üç karakteri de kendilerine özgü dünyalarının kesişiminde bulabiliriz, yaşamlarının frekansı tutar, dalgalanma yaratmaz, dolayısıyla sadece yaşamı takip ederler, herhangi bir plan yaptıkları görülmüş şey değildir. Eskiden belki, iki kardeşin tipik beklentileri çatışmaya yol açtıktan ve faciayı getirdikten sonra yaşamdan yaşamayı ummaktan başka bir şey beklemezler, bunu da Genazino’dan çarpayım madem. Neyse, adam çürük kokar, belli ki zamanında dinç bir adamdır ama o eski halinden eser kalmamıştır, elli beş yaşındaki kadını evine davet eder. Kadın Güneylidir, medenidir yani, Kuzey’in yalnızlığından haberdar değildir pek. Azizlerin arasına gitmektedir oysa, yolların kar yüzünden uzunca bir süre açılmadığı yerleşimlerde mucizeyi bekleyen ve yaratan, çoğu zaman hiçbir şeyin olmadığı, yaşanmadığı yerlerde kendi mucizelerini yaratan insanlarla karşılaştığı zaman şaşırmayacaktır. Gerçi şimdi düşününce zaten onca azizin yaşamını incelemiş, günahlarının nedenini anlamış ve azizlerin yalnızlığını kavramıştır, kendisi de azizeliğe teşnedir, öyleyse niye geri dönsün? Aklının gerilerine atıp duracaktır bu fikri ama önce bir varsın, yolda konuşsunlar azıcık. “Gazetede senden söz eden yazıyı okudum, dedi. Seni Tanrı gönderdi, diye düşünebilir insan. Buralarda böyle bir insan hiç görmedik. Tanrı yok. Sevecenlik de. Ama, gene de…” (s. 10) Hadar söyler bunları, ayrılmayı hiç düşünmediği evinden otuz kilometre ötedeki kasabaya gelip kadını almasının nedenini uzun uzun düşündüm. Azizlerden bahseden kadının Tanrı inancını sınamak, belki. Yaşamındaki gizemleri çözmek için yardıma ihtiyaç duyması, sanmam. Kardeşi Olof’la kavgasının bitmesi için üçüncü bir insana ihtiyaç duyması, mümkün değil. Hadar’ın günleri sayılıdır, kanser yüzünden yaşama veda etmeden kısa süre önce yaşamı anlamlandırmak için son bir çabayla kadına sarılır. İsimsiz bir kadın, annesiyle babası uçak kazasında ölmüş, o günden sonra ölüme inanmamaya başlamış ve bildiğine inanmamanın ne olduğunu bilmiş, yaşamı sorgulamak gibi bir isteğe kapılmamış hiç. Yolda yeni projesinin Aziz Kristofer’a dair bir metin olduğunu söylüyor, geri döndüğünde yazmaya başlar ve yayınevi pek az satacak bu kitabı da basar, sonra kadın daha fazla konuşma yapmaz çünkü bıkmıştır bir kere, son kez konuşma yaptığını söyler. Gerçekten de başka bir konuşmasına denk gelmeyiz, Aziz Kristofer’a dair düşüncelerini kendi yaşamından çıkarıp çıkarmadığına dair kesin bir şey söyleyemeyiz ama düşüncelerini uygulama aşamasına geçtiği bariz, göreceğiz.
Eve gelirler, yollar hemen karla kaplanır ve kadın nasıl geri döneceğini sorar. Adam geri dönmeyeceğini söyler, metnini odasında yazmaya başlayabilir. Alıkoyma, herhangi bir olumsuzluk yok, Hadar kadının ilgisini çektikten sonra bekleyip görmekten başka bir şey kalmıyor geriye. Hemen Olof’un bahsini duyarız, az aşağıdaki evin bacasından tüten dumanları gören kadın sorar, Hadar kardeşinden bahseder. Uzunca bir süredir görmemiştir kardeşini, adını lanetle anar, aralarındaki düşmanlığın sebebini hemen anlatmaz. Bir kendisi de anlatmayacaktır zaten, kalp hastalığı yüzünden kardeşi gibi ölümün kapısını çalan Olof geçmişe dair bilgiler vererek neden birbirlerinden nefret ettiklerini son âna kadar gizlemeyi başarır. Şeker düşkünüdür Olof, gecesini gündüzünü şekerle doldurmuştur. Hadar’a göre mevzu şu, karakterlerin edimlerini özetlediği için de önemli: “Bir canın çevresindeki koşullar, canın kendisine uyarlanmalıdır her şeyden önce, yalnızca büyük canlar görkemli koşullarla çevrelenmesine izin verir. Uyumlu ve önemsiz var olanların ateşi sakince, düzenli ve onurlu olarak canlı tutmaları gerekir.” (s. 14) Yaptıkları bundan farklı bir şey değildir, görünürde düşmanlığa dair pek bir gerekçe yoktur ama iki kardeş birbirlerini yıllardır görmemişlerdir, hikâyenin iki yüzünü birden görmek kadına düşer. Hadar’ın ve Olof’un evinde gördüklerini başta anlamlandıramaz, örneğin Hadar’ın duvarında çivilenmiş çengeller, tahta parçaları. Olof’un kedisi ve yataktan kalkamayacak hali. Nedir bunlar? Karakterler kendi çarmıhlarını kendileri ölçüp biçmiştir, kadın bile kar küreme aracını bir süre sonra beklemez olmuştur, orada kalıp havayı içine çekmek yeter ona. Bu sırada iki kardeş müşterek geçmişlerini ağır ağır örerler, bir hikâyenin iki farklı açıdan ne kadar farklılaşabileceğini görürüz. Aralarına bir kadın girer, basit gibi gözüküyor ama üçlü ilişkinin verdiği huzuru bozan çocuğun doğumu işleri alt üst etmeye başlar yavaştan, Hadar çocuğun kendinden olduğunu bilse de Olof’un da aynı şeyi düşündüğünü bilir, kavgalar çıkar, evler ayrılır. Araya duvar örüleceği zaman birinin açtığı çukur diğeri için tümsek, diğerinin tümseği açılan bir çukur demektir, birbirlerinin zıddı haline gelirler. Facia bu noktada belirir, inşaat sırasında boynuna sarılan zincir yüzünden boğulmaya başlayan çocuğu kurtarmak için harekete geçen Hadar’ı durdurur Olof, âşık oldukları kadın çığlık çığlığayken yuvarlanmaya başlarlar. Hadar’a göre çocuğun kendisinden olmadığını bilen Olof ölümle birlikte kendinin bilecektir çocuğu, Hadar’sa yaşadığı müddetçe çocuğun kendi çocuğu olduğunu bilir. Bu olayda Yunan tragedyalarına has bir şeyler olduğunu söyledi bugün bir arkadaş, katıldım. Çocuk ölür, adamlar ve kadın yıkılır, en sonunda kadına ne olduğunu da öğreniriz ki Hadar kadının ortadan kaybolmasında Olof’un suçu olduğunu düşünmektedir ama aslında kendisi de suçludur, Olof da suçludur, hatta arkadaşıma göre kadın da suçludur çocuğu kurtarmaya çalışmadığı ve sadece çığlık attığı için. Belki de üçlü düğümü çözmek istemiştir kadın, yoruma açık.
Hikâye aşağı yukarı böyle, anlatının kendine has garipliklerinden biri ikisi: Hadar’ı eliyle boşaltır kadın, küfe benzeyen meniye bakar. Hadar’ın âşık olduğu kadına benzerliği de sonlara doğru ortaya çıkacaktır, adamın kasabaya gelişinin sebebini uzun uzun düşünmeye gerek yine var ama iş kolaylaşıyor bunu öğrenince. Habil ve Kabil ölüyorlar tabii, Hadar duvarına monte ettiği garip aparatlar yardımıyla ayakta, Olof’sa yatağında. Kadının daha fazla beklemesine gerek yok artık, metnini de tamamladığına göre geri dönebilir.
Dikkatle okunmalı ve tadı çıkarılmalı, böyle metinler sıklıkla çıkmıyor karşımıza. Sahaflarda bulabilirsiniz.
Cevap yaz