Sezer Duru’nun gezi notları. Hoş Hikâyeler‘de anılarından bir bölümünü anlatıyordu Duru, bu kitapta Lizbon’dan Stockholm’e nereleri karışladıysa oralar var. Nineden miras, yörük aile. Nine daha çocuk yaştayken Halepli bir Arapla evlendiriliyor, gelin gidiyor. Duru’nun halası Essum ve babası Sabih orada doğuyor, çift anlaşamayınca ayrılıyor ve nine memleketine dönerken eşinin yolladığı atlılara yakalanıyorlar. İki çocuktan biri babada kalacak, Essum babasının yanına dönüyor, Sabih’le annesi Türkiye’ye geliyorlar. Balkan Savaşı çıkınca duramıyor nine, İstanbul’daki kız kardeşinin yanına geliyor, Sabih okuyor ve müfettiş oluyor, evleniyor, üç çocuğu oluyor: Tezer Özlü, Sezer Duru ve Demir Özlü. Hala da evleniyor, üç çocuğu ve yirmi altı torunu oluyor. İstanbul’a üç kez gelmiş sonradan, o kadar. Ölümünün ardından ailesinin Halep’te kalan üyeleriyle yıllar sonra tanışabilmiş Duru, Hoş Hikâyeler‘de anlatıyordu. Burada Halep izlenimleri var, Mardin’e benzeyen bir şehir Halep, yakınlar zaten. Ermenileri çok, hemen hepsi Türkçe biliyor, Türkiye’nin vize vermemesinden ötürü üzülüyorlar. Bazıları Arjantin’e taşınmış da dönmüşler sonradan, ölümlerini memlekette beklemeye karar veren yaşlılar.
Viyana önemli, Duru ve Tezer birlikte Avusturya Lisesi’nde okudukları sırada rahibe öğretmenlerden dokuz yıl boyunca Avusturya’nın ne kadar güzel bir yer olduğunu dinliyorlar. Duru gidecek ama pasaport almak için davetiye gerekli, fazla para da alamıyorlar insanlar yanlarına. Duru boş zamanlarında Sultanahmet’e giderek tek tük rast geldiği Alman turistlerle konuşarak Almancasını ilerletmeye çalışırken bir adamla tanışıyor, davetiye cepte. Viyana’daki mektup arkadaşıyla da iletişim kuruyor, zamanında İstanbul’u gezdirmiş arkadaşıyla annesine, kalacağı yer belli. Üç gün üç gece süren tren yolculuğundan sonra Avusturya, Sultanahmet’te tanıştırdığı adam iş de ayarlamış orada, harçlığını çıkarıyor Duru. Cumartesi ve pazar günleri şehri geziyor, arkadaşının annesi Mario Simmel’in annesi Eva Simmel’le arkadaş, ünlü yazarın annesinin evine gidip geliyorlar. Sonra kıyamet alametleri beliriyor Duru’ya göre, ana kız tatile gitmeye karar verdikleri zaman Duru’yu geçici olarak şutluyorlar, Duru davetiye yollayan adama ulaşıyor ve adamın kızının odasında kalmaya başlıyor. O sırada Tezer Özlü ve arkadaşı gelip kalıyorlar odada, şehri beraber geziyorlar. Adamın kızı geri döndüğünde Duru’ya saldırıyor, odada başkaları kaldıysa kira ödemeli. Kapıya konuyor Duru, sonra arkadaşıyla annesine ulaşıyor ve öğreniyor ki söyledikleri tarihten beş gün önce dönmüşler de haber vermemişler. Sokakta kaldığı için çok korkan Duru memlekete dönüyor ve bir daha adımını atmıyor Viyana’ya, yıllar sonra Bernhard’ın metinleriyle tanışınca yazarın Viyana’ya duyduğu nefreti anlıyor. Gerçi gitmediğini söylüyor ama çok sonra yazdığı yazılardan birinde Viyana’ya en azından uğradığını öğreniyoruz, portakallı ördeğin tadı kaçmışsa da içkiler şahaneymiş yine. Lise biter bitmez Almanya’ya gidiyor bir de, 1962 yılının Nisan ayında Krefeld’de kalıyor, sonra Münih’e geçip Tezer Özlü’yle birlikte bir ay otelde çalışıyorlar. Amaç otostopla Paris’e gitmek, cepte biraz para olsa fena olmaz. Sabahın dördünde Paris’e varıyorlar, daha doğrusu Paris’in etrafındaki şehirlerden birine. Yine otostop, bu kez hedefe varıyorlar. Demir Özlü’nün sıklıkla gittiği Cafe Select’i buluyorlar, orada Giacometti’yle tanışan Duru pişmanlığını dile getiriyor. Giacometti bir kâğıda atölyesinin adresini yazarak Duru’ya vermiş ama hiç gitmemiş Duru, hayatının en büyük hatasını Paris’te işlediğini söylüyor. Almanya’ya dönüyorlar, tanıdıklarının evinde kalırlarken derme çatma kurulan orkestranın çaldığı şarkıları dinliyorlar. Anlık zirveler bunlar, birkaç insanın kısa bir süreliğine bir araya gelip güzelliği paylaşmaları, sonra dağılmaları. “Kim bilir şimdi nerelerde bu insanlar?” diyor Duru, kendisinin olmadığı her yerde. Onlar da aynı şeyi düşündülerse. Üzücü bir şey. Cansu’yu anlattım bir öyküde, yine şimdi: Poe’nun “Alone”unu ezberinden yazdı, aklım gitti. Sonra dershaneden çıktık, patso yedik, bazen arkadaşlarının yanına götürdü beni. Altı ayın nasıl geçtiğini anlamadım, sınav stresi, dershanede zaman hızlı. Sonra kayboldu Cansu, atölyelerden birinde sınavlara hazırlanmaya başlamış. Kazandı da, güzel sanatların biri. Bağlantı koptu tabii, tutamadık. Sonra zaman geçti, bir şeyler oldu, bir şeyler daha oldu, Cansu’yu Kozyatağı’nda gördüm. On yıl geçmişti, o hızla Cansu da yanımdan geçip gitti, bir şey diyemedim. Nerede şimdi? Tiyatrocu bir kız vardı, Dean R. Koontz okuyordum o ara, gördü. İki saat muhabbet etmiştik, teneffüslerde sigara tellendirirdik muhabbet arasında. Oyununa çağıracağını söyledi, telefonumu verdim, gerçekten de aradı. Açmadım. Salaklık mı, yabanlık mı, bir huy. Batsın, insanları kaybettim böyle.
Berlin, 1968. Devrimin sesi sokakları sarmış, Duru’nun arkadaşı H.M. Enzensberger parlamento dışı muhalefetin başını çekenlerden. ABD’nin Avrupa’ya karışmamasını istiyorlar, Vietnam’dan çıkılmasını istiyorlar, kaynıyor ortalık. İtalyanlar, Pakistanlılar, İspanyollar, Türkler göze çarpıyor, özellikle Türkler. “Bugün Berlin’de Almancadan sonra en çok duyulan dil Türkçedir. Metrolarda başörtüsüyle oturan, elinde naylon pazar çantasını tutan yorgun ve düşünceli Türk kadınlarının görünümü beni her zaman üzmüştür. Bu görkemli eski metropole Anadolu köylüsünün nasıl olup da yerleştiğine bir türlü akıl erdiremedim.” (s. 42) Kenti ikiye bölen duvar yıkılmaya başladığında hemen uçağa atlayıp Berlin’e gidiyor Duru, Doğulular Batı’ya geçmeye çoktan başlamışlar ama duvar duruyor hâlâ, birileri yıkmaya çalışıyor. Aralarına Duru da karışmış, vurabilmiş bam güm. Yazılarla dolu duvarın önünde fotoğrafı var. Portekiz’de Pessoa’nın heykelinin yanında, Dublin’de Joyce’unkinin hemen önünde de fotoğrafları var. Joyce’un sokaklarında dolaşmış, mekânlarında takılmış, malum eserde geçen hemen her meskene gitmeye çalışmış. Joyce’un metnini yazmadan önce yaşadıklarına değiniyor biraz, hoş. Marlene Dietrich’in cenazesine katılmış bir de, tabut mezarlığa getirildiği zaman karşıtların sesi yükselmiş hemen, en zor günlerinden çekip giden aktrise neden saygı göstersinler? Protestolara rağmen mezarı iki gün boyunca dolup dolup taşmış, çok seviliyormuş Dietrich.
Kent izlenimleriyle bitireceğim. Bükreş’te yoksulluk var, bağımsızlıklarını kazanmışlar ve diktatörü tepelemişler ama durum kötüymüş o zamanlar. Ukraynalıları sevmiyorlarmış, birliğini henüz tamamlamamış ülkenin insanlarıyla anlaşamıyorlarmış, Ruslar daha iyiymiş. Türkler gelene kadar ekmekleri çok kötüymüş bir de, yeni açılan fırınlarla birlikte gerçek ekmek yemeye başlamışlar. Almanlar kara ekmekleriyle gelip ortak olmuşlar mevzuya, sonuçta Rumenler karbonhidratsız kalmamış. Bükreş’teki sokak pazarları Türkiye’den gelen mallarla doluymuş, az şey varmış ve pahalıymış ama yine de satılıyormuş. Her şey pahalı, İsveç’te de. Demir Özlü’nün sürgün yıllarında kaldığı İsveç buruk anılar bırakmış Duru’da. “Korku, İsveç toplumunda oldukça yaygın bir olgu. Hele ‘kara kafalı’ diye ad taktıkları, sarışın olmayan, yabancı kökenlilerden iyice ürkülüyor. Sistemin vatandaşları için hemen her şeyi planlamış, öngörmüş, kurumlaştırmış olduğu bir toplumda aşırı düzene bağlıyorum ben bunu. Sokakta birine bir şey sorduğunuzda önce irkiliyor. Aklından önce ona zarar verebileceğiniz geçiyor. Yüzünden okuyorsunuz bunu. Apartmanların sokak kapıları akşam saat dokuzda iyice kilitleniyor.” (s. 87)
Moskova, Bordeaux, edebiyatçılarla birlikte çıkılan tren yolculukları, söyleşiler ve konuşmalar, devinim. “Ek”te New York izlenimleri var, şehrin karnavallığı, kaosu Duru’nun da başını döndürmüş, nasıl başlayıp nasıl bitireceğini bilememiş gibi yazmış. Şunu anlıyoruz, New York insana dair her şeyin mümkün olduğu bir yer. Meselası çok derin, olasılıkların toplamını dile getirmek zor, bu yüzden okumak lazım. Bu kitabı okuyunuz.
Cevap yaz