Emekçilerin yanında yer almasıyla da bilelim Tarık Akan’ı, 12 Eylül zamanlarında maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel işkenceyle de bilelim, Ankara ve Zonguldak yürüyüşleriyle de bilelim, büyük paralar karşısında prensiplerinden vazgeçmediğini, okul kurmak için iki taksi plakasını elden çıkardığını, bu güzel insanın gölgede kalmış yanlarını bilelim, hatta en çok bunları bilelim. Bakırköy’ün sahillerinden çıkmış uzun boylu bir çocuk bu, babasının askerliği vesilesiyle Anadolu’yu gezmiş, insanlarla haşır neşir olmuş, sonra en yakın arkadaşının kendisinden habersiz bir şekilde ünlü bir derginin yarışmasına başvurmasıyla hayatı değişmiş bir oğlan. Gençlik fotoğraflarına, 60’ların başlarındaki hallerine bakıyorsunuz, ağaçlarda sallanıyor, mahallede dolanıyor, arkadaşlarıyla geziniyor, sonra elli yıl geçiyor ve rutin tekrarlanıyor. Ağaçlara çıkmamışlardır belki ama mahalle havasını yaşatıyorlar, koca bir ömre yayılan derin dostlukları sürdürmek oldukça zorken başarıyorlar bunu. Tarık Akan evini ve mahallesini çok seviyor, Münir Özkul’la, Adile Naşit’le ve daha pek çok oyuncuyla oturup muhabbet ettiği zaman masadan en erken kalkan kendisi oluyor, doğruca mahalleye. Tarık oluyor o zaman, gerçi yolda kendisini görenlerin hiçbirini kırmayıp imza dağıttığı çok oluyormuş ama bilindiği, kanıksandığı bir yerde olmanın rahatlığını da yaşayabiliyor, aidiyet duygusunu hiçbir zaman kaybetmemiş bir insan. Bu sebepten giriştiği bütün işlerin sonunu getirmeye çalışıyor, bir yola baş koyduğu zaman çok büyük olanaksızlıklarla karşılaşmadığı müddetçe işin sonunu görüyor. İki film projesi dışında hayata geçiremediği çok büyük işler yok sanırım, hastalığı ortaya çıkıp kısa bir süre sonra kendisini aramızdan ayırmadan önce Yavuz Turgul’la bir film projesi hakkında konuşmuşlar, anlaşmaya varmışlar, hatta tedavi süresince hastaneden ayrılıp çekimlere katılabileceği söylenmiş ama hızlıca ilerlemiş kanseri, kısmet olmamış. Bunun yanında verdiği sözleri de tutuyor Tarık Akan ama bazı ilkeleri can acıtıyor, örneğin tedavisine Almanya’da daha iyi bir şekilde devam edebileceğinden bahsedildiğinde Türk doktorların kalbini kırmamak için gitmediğini söylüyor. Bahane mi bilemiyorum ama durum gerçekten buysa, ah be abi. Bir de Almanya’ya hasta hasta gitmesi var, ironik. Söz verdiği için etkinliği kaçırmak istemiyor, pek iyi durumda olmasa da kendini yorasıya insanları memnun etmeye çalışıyor. Zaten son bölümde yer alan röportajları okuduğunuzda Tarık Akan’ın ne kadar diğerkâm bir insan olduğunu anlıyorsunuz. Hayatını koca bir paylaşım çabası olarak görebiliriz. Dostları onu sevgiyle anıyorlar, Rutkay Aziz’den Fazıl Say’a kadar pek çok insanın onu delicesine sevdiğini görüyoruz, hatta Fazıl Say’ın tanıdığı en iyi, en güzel, en aydın insanmış. Tabii bu memlekette aydınların yaşadığı her türlü zorluğu yaşamış, 70’lerde ve özellikle 80’lerde. Örneğin bir mahkeme sürecinde bahsedilen bir derneğin üyesi olmadığı halde üye olduğunu söylemiş, kendisi gibi olan insanları yalnız bırakmamak için. Ergenekon yargılamaları sırasında demir parmaklıkların civarında yer aldığını gördük, Ali İsmail Korkmaz tişörtüyle poz verdiğini gördük. Onu hep halkı için çalışırken gördük, özel yaşamıyla gündeme gelmedi pek. Bir bölümde gazetecilerle olan ilişkisine değiniliyor kısaca, emekçi gazetecilere saygıyla yaklaşır, gazeteciler de kendisine aynı saygıyı gösterirmiş. Eşinden üç çocuğu var, sonrasında ayrılıp hayat arkadaşını bulunca ömrünün sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşamış. Onun sıkıntıları Türkiye’nin genel sıkıntıları aslında, yoksa 1981’de Selimiye’de gördüğü muameleye bile sakinlikle, mağrur bir şekilde yaklaştığını ve kendi adına çok da dertlenmediğini düşünüyorum. Bir anı: Kendisini koğuşa getirdiklerinde hemen dedikodu başlıyor, Tarık Akan’ın içeri alındığını duyanlar başka bir koğuşta da Frank Sinatra’nın yattığını söyleyip gülüşüyorlar, sonra bakıyorlar ki söylentiler gerçek. Hemen akın başlıyor, kadın polisler fısıltıya birbirlerine gösteriyorlar Tarık Akan’ı. Tabii hakaret edenler de oluyor, “komünist film yıldızı, orospu çocuğu” yerleri paspaslıyor, küfür ve dayak yiyor. Aynı yerde tutulan bir kadın anlatıyor bunları, Tarık Akan yerleri silerken başka bir koğuştaki kardeşine selam götürmesini istiyor Tarık Akan’dan. Akan başını çevirmeden yan gözle kadına bakıyor, bir süre sonra ortadan kayboluyor ve geri döndüğünde “Zerrin’den selam getirdiğini” söyleyip gülümsüyor. Kader ya, yıllar sonra Almanya’da bir etkinlikte karşılaşıyorlar, kadın bu anısını anlatıyor ve Tarık Akan, “Zerrin’di, değil mi?” diye soruyor. Bilmiyorum, çok saygı duyduğum bir insan hakkında anlatılan bu hikâye müthiş bir şeymiş gibi geliyor bana.
Filmleri hakkında yazılan makalelere, filmlerine hiç girmiyorum ama ucundan kıyısından dokunacağım. Yılmaz Güney’i ziyaret etmek istiyor, Güney hapiste. Kendisini tanıtıyor Akan, bir derginin yarışmasında birinci olduğunu söylüyor ve anında kovuluyor, Yılmaz Güney karşısındaki genci havalı, hovarda bir tip olarak görüyor ve atıyor başından. İkinci karşılaşmaları yine hapiste, Güney bu kez gülümseyerek ve kollarını uzatarak karşılıyor Akan’ı, Sürü‘nün hemen sonrası. Başka ne var, ilk filmlerinden birinde Fatma Girik’le oynuyor, Girik “çocukta iş olduğunu” söylüyor, hemen ardından Ertem Eğilmez ve Arzu Film macerası başlıyor. Bugün de keyifle izlediğimiz filmleri çekiyorlar, Eğilmez kaybettiği çocuğunun yerine Akan’ı koyuyor, çocuğunun adını bile veriyor Akan’a: Ferit. Onca güzel film çekiliyor ama Tarık Akan huzursuz, toplumsal çarpıklıkların anlatıldığı filmlerde oynamak istediğini söylüyor. Eğilmez kırmıyor gözde oyuncusunu, Canım Kardeşim‘i çekiyor. Arzu Film’in neredeyse batmasına yol açıyor bu film, yıllar sonra filmini televizyonda izleyen Eğilmez ağlamaya başlıyor ve filmden nefret ettiğini söylüyor. Filmin ne kadar iyi olduğundan bahsetmeye gerek yok, yine de maddi başarı getirmeyince bir kenara atılıyor, hatta Eğilmez oğluna yönetmenlikten önce yapımcılık hakkında ders veriyor ki maddi kayba uğramasın. Bakış açıları işte, farklı. Tarık Akan’ın cimri olduğu söylentilerine bağ kurabiliriz buradan, kendisi lüzum görmediği hiçbir konuda para saçmazmış, cimrilikten kasıt bu. Kimseyi havadan beslemediği için bu açıdan sevmeyeni olmuştur, bunun dışında elindekini avucundakini iyi amaçlar uğruna dağıtmaktan çekinmezmiş. Kimlere ne kadar yardım ettiğini bilmiyoruz, söylenti halinde duyuyoruz, Akan bu konularda konuşmayı hiç sevmezmiş, her yardımını gizlice, araya başkalarını sokarak yaparmış. Ne güzel insan! İnsanların kendisini pek sevdiklerini söylemiştim, kendisini gözetleme emri alan askerlere de sevdirmiş kendisini, onlarca yılını geçirdiği Akyaka’da sörf yaparken hemen karşıdaki İstanköy’e kaçacağından şüphelenildiği için askerler sürekli izlermiş kendisini, bazıları sarı alarm halinde beklerken bazılarının son derece rahat oldukları anlaşılıyor, Tarık Abi’leri başlarını derde sokacak bir iş yapmaz diye düşünüyorlar. Bunun yanında Nesin Vakfı’nın 2005-2008 arasında başkanlığını yapıyor, Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluşu başlı başına bir macera, ilgiyle okudum.
Gerçekten bu toplumun, ülkenin gülen yüzü Tarık Akan, saygı ve sevgi duyulası bir insan. Bu kitapta pek çok yönüne değiniliyor, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz