24 Ocak 2011, on yıldan sonra Bilge Karasu’ya döndüm demektir. Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir sayılmaz, ağza çalınan bir parmak bal o. Doğum günümde okumuşum bu kitabı, yirmi üçüme girdiğimde, üç ay sonra bir on yılı yükleneceğim demektir. Geriye bakınca pek hoş şeyler yok, yirmilerimi görkemle mahvettim, ulaşmaya çalıştıklarımla neye ulaşamayacağımı anlayarak geçirdim. Çocukluğun çerçevesiz, çıkarımsız dünyası bir yaşta bırakılmalı, yirmilerde mi? Bırakılmalı mı peki? El yordamıyla yaşamak diyesim var, karanlığı tararken bir şeye dokunabilme çabası, bir nevi körebe. Bilerek ebe olarak kalmak sanki. Oyunun coşkusu, yaşamın coşkusu. Le Guin kendi çocukluğunun otuzlarında geride kaldığını söylüyordu bir yerde, otuzlar geçiyor ama değişen bir şey yok, niye? Çocukluğun travmalarını tekrar tekrar yaşamak çocukluğun geçmesine engel olduğu için mi? İnsanlar ölür, insanlar yaşamımızdan çıkar, boşluklarını taşırız, yeterincesini çocuklukta gördüysek büyütücü bir acı olmaktan çıkar mı? Ben on yıl sonra geri döndüm, neler olduğunu anlamak istiyorum, bu yüzden yeni yaşıma kadar ara ara Bilge Karasu okuyacağım. Gece‘yi, Kılavuz‘u, diğerlerini. Tekrar.
Karasu’nun denemelerini içeren ilk kitap. “Ne Kitaplı Ne Kitapsız” nam bölüm okuru ve okurun metinlerle kurduğu ilişkiyi içerir, Karasu kendisinden yola çıkarak iyi bir okurun anatomisini çıkarır. Aradığı, bulduğu ve bulduklarının başka kitaplara çıkardığı yollar Karasu için çok değerli, yirmili yaşlarının başında yaşamının en pahalı ve imrenilir üç kitabını bulduğunu anlatıyor, bunun yanında binlerce kitabının arasında numaralı olanlar üç beş tane. Yirmili yaşlarda yatkınlıklarına sonsuz bir heves duyuyor insan, binlerceden üçe inmek yılların getirdiği durgunluktan da doğuyor. Ölü kitapların ağırlığı da bir diğer etken, kitapların sadece okunmak için değil, birlikte yaşanmak için de olduğunu söyleyenin bu ağırlık hakkında da söyleyecek parlak sözleri olmalı, yoksa ömrümüze devrilecekler gibi duruyor. Şöyle, hesaplarıma göre sahip olduğum bütün kitapları okumaya kalksam ömrüm yetmeyecek, o halde neden daha fazlasını alıyorum? Karasu’da cevapları buldum, rahatladım. Belli kitapların belli dönemlerde okunması gerektiğini söylüyor Karasu, hatta mümkünse yazar kitabını kaç yaşında yazdıysa okur da o yaştayken okumalı. Makul. Zamanı beklemeli veya, tekrar tekrar denemeli o zamanı tutturana kadar. Üç dört kez başlayıp ittire ittire götüremediğim kitapların kendilerini gösterecekleri zamanı bekliyorum, onlu yaşlarımın sonunda aldığım, yığılı kitapların arasından seçip üç kuruşa edindiğim kitabın seksen yaşındaki halimi çarpmasını umuyorum. Rafta öylece dururken ölümümü izleyen bir kitabın sayfalarının arasında, “İhtiyar, bir dahaki ömüre,” şeklinde bir diyalog parçasının olduğunu hayal ediyorum. Kitaplar bunun için, okurlar da. Kitaplar da okurunu buluyor Karasu’ya göre, rastlantıların bir dizgesi yok, dolayısıyla kitabı da okurlaştırabiliriz, okuru okurlar. Okuruna göre biçimlenen bir kitap ilginç olurdu, bibliyoterapide bir çığır, sanatın çift özneli hali. Sempati, sevgi, her neyse, kitaplara duyduğumuz olumlu duyguların yanında olumsuzları da var, Karasu bütün kitaplarından zaman zaman kurtulmak istediğini söylüyor, birkaç bin tanesini satsa, elinde kendisine en yakın buldukları kalsa. Hepsini satamıyor, bir parçasını da satamıyor, kendi ölümünü hatırlıyor. Kayıp, yas, kitapların başka ellere geçmesi bir nevi ölüm. Ne tuhaf, insan elindeki belki de tek sabite sarılırken başka bir kendilik için sabitten kurtulmayı da düşünüyor aynı anda. Bir insan acaba kaç insan? Karasu’ya göre her mevsime bir insan denk gelmiyor, tek bir okur ve tek bir kitap. Kalın kalın kitaplar okumak için boş zamana gerek yok, mevsimin yazlığına gerek yok, insan ve okumak zamandan ve mekandan münezzeh bir ikili. Belki bir liste yapılabilir, Karasu okuma listelerinin işe yarayabileceğini söylüyor. Sıkı okurların vardır sanıyorum, bir kurmaca, bir kuram, keyfe keder. Bazen sırf kurmaca, zira kurama göz atarken okumadığınız metinlere denk geliyorsunuz, canınız sıkılıyor. Mutlaka okumam gerekiyor o metinleri, yoksa kuram okuyamıyorum. Türkçeye çevrilmeyenleri varsa en azından meselesini anlamaya çalışıyorum, onca uğraşın karavana olmaması için. Bu da makul.
“İmge Üretiminde Roman Hâlâ İlk Sırada”, kitaptaki ikinci büyük deneme. Gerçekliğin çok parçalı bir yapıdan oluştuğunu söylüyor Karasu, insanın kendine, kurmacaya, hakikate dair imgelerinin bir araya gelerek öznel bir gerçeklik algısı yarattığını belirtiyor. Eh, gerçeklik denen şey hikâyelerimizi bir arada tutma çabası olduğuna göre anlamlı bir çerçevenin içinden gördüğümüz örüntü bir aynaymış gibi hem dünyayı hem de bizi gösteriyor, hangisi olduğumuzu bilip bilmememiz önemli değil. Yazarlar için böylesi bir öznelliği aktarabilmenin yolunu ayrıntıyı dilselleştirmekte, biraz daha inceltmekte buluyoruz, kendine has söyleyişin bu öznel gerçekliği ortaya çıkarmasının yanında en önemli özelliği okuru da bu gerçekliğe “ikna edebilmesi”. İmgelerin güçlükle iletilebilmeleri yazarın öze varamamasından kaynaklanıyor, belki kendine veya okura güvensizliğinden, sonuçta yavan bir kurgu veya gerçek çıkıyor ortaya, güçsüz. Karasu özetlemiş bir güzel: “İmgelerimizin kimi kesimini iletişim süreçlerinde kullanırız; ama genel olarak ele alındığında imgeler ‘kimya’sı, bir iletişim sorunu değildir; iletişim sürecinin öncesi ile sonrasında hızlanan, önem kazanan, her türlü iletişime vereceğimiz, vermek isteyeceğimiz, yönü, biçimi, önemi, anlamı belirleyen, sürekli bir birleştirme-ayrıştırma etkinliğidir.” (s. 17) Ardından “gizli” ve “resmi” yapıt arasındaki farklar geliyor, gerçekliğin farklı bir boyutu olarak romana bu iki yapıtın incelenmesiyle varıyoruz. Roman katmerli bir imge süreci, yazarın bilerek ürettiği imgeler gerçekliğin girift yapısına benzediği ölçüde gerçeğe dönüşüyor, okurla metin arasındaki anlaşmanın sınırları da bulanıyor böylece. Aslında en iyi metinler böyle metinler değil mi, okur zaten kurgu olduğunu baştan kabul ettiği bir metni okumaktansa bu tür bir anlaşmanın hiç yapılmadığı, en başta böyle bir anlaşmanın varlığının hiç sezdirilmediği, belki hiç var olmadığı metni okumayı tercih etmez mi? Eder mi veya, bu kadarı fazla mıdır? Bernhard’ın metinlerini iyi yapan böylesi bir oyunla hiç uğraşmamasıdır belki.
Sonraki bölümlerde iletişimin güçlükleri üzerinde duruluyor, değişmeyen bir dünyanın değişen kalıplardan oluştuğu fark edildiği zaman insanların anlam değişimlerine ayak uydurup uyduramayacağı, bu durumda iletişimin olanağı irdeleniyor. Yenilik üzerine yazılan denemeyle birlikte ilk üç tamamlanıyor böylece, Karasu’nun yenilik karşısında insanın konumunu ve değişimini anlattığı bölüm muhteşem. Yeniliğin zamanı henüz gelmemişse bir sonraki nesil, hatta bir sonraki çağ gelene kadar karanlıkta kalabiliyor, ta ki anlamın derecesi yeniliğe erişene kadar. İnsan böylesi radikal, avangart bir yenilik karşısında utanabiliyor, korkabiliyor hatta, elindekine sarılıp onu muhafaza ediyor. Henüz tanınamayan, çağda bir karşılığı olmayan yeni, “yabancı” olarak ötelenebiliyor, belki de bir süre sonra berinin ta kendisi olacağı ihtimaline rağmen. Bu ihtimal de korkutuyor insanı, insan değişmekten de korkuyor, yeniye zaman vermiyor bu yüzden. Daha da pek çok şey var, Karasubu yenilik ve gerçeklik konularında ufuk açıyor. Geri kalan denemeler kitabın kedili kısımlarını oluşturuyor, gerçi köpekler de var, kısacası domestik hayvanlardan bahsediliyor. Bursa’daki köpek katliamının odağında insanın hayvanla kurduğu ilişkinin boyutları incelenirken insanın yaşama duyduğu sevginin bir göstergesi olarak hayvan sevgisinin biçimleri ve toplumsala yansımaları üzerinde duruluyor. Diyorum ve bitiriyorum, zira gözlerim bitti.
Merhaba Karasu, eve döndüm.
Cevap yaz