Kral Fare mitik bir figür, Kara Veba’dan çok daha önce ortaya çıkmasına rağmen Avrupa’yı mezarlığa çeviren felaketle anılır olmuş daha çok. Kavalcı da Kavalcı işte, masaldan. İki öttürünce elalemi peşinde sürüklüyor, dilediğini yaptırıyor, böyle bir tip. Anansi yine mitik bir figür, kökeni Afrika, Neil Gaiman’ın iki romanından aşinayız. Loplop kuşların kralı, uçuyor. Başkaları da var ama ortaya çıkmıyorlar, Kavalcı’yla savaşacak olanlar bu saydıklarım. Londra’nın göbeğinde, şehrin kurulmasından çok daha önce orada olanlar kozlarını ortaya koyacaklar, romanın meselesi bu. Melez bir prensi takip edeceğiz, Saul Gramond’ı. Trenle Londra’ya geliyor, uzun süreden sonra babasıyla görüşecek. Birbirlerinden uzak durdukları sürece iyiler, görüşmeler sıkıntıyla geçiyor. Doğum sırasında anne öldükten sonra Saul’ü babası büyütüyor, sosyalist baba oğluna Lenin’i anlatmaya çalışıyor, okusun diye kitaplar veriyor, çocuk pek oralı değil. Ergenlik zamanı araları iyice bozuluyor, sonrasında iki ada olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Saul evine geliyor, babasının televizyon karşısında uyuyakaldığını düşünüyor, o an konuşmak istemeyip odasına giriyor, uyuyor. Kapı yumruklanıyor sonra, polisler evi basıyor. Baba camdan aşağı uçmuş, yerde yatıyor. Saul’ü götürüyorlar, sorgulamaya başlıyorlar, adamın hiçbir şeyden haberi yok. Crowley nam bir polis Saul’ü sorguya çekiyor, neler döndüğünü öğrenmek istiyor, bu sırada babayla oğlun ilişkilerinin penceresi açılıyor. Baba iyi bir baba aslında, oğlunun özgürlüğünü önemsiyor, arkadaşlarını iyi karşılıyor, bu tür şeyler yapıyor. Oğlundan okulda söylenen her şeye inanmamasını istiyor, bir dünya kitap verip kitaplar üzerine sohbet etmeyi deniyor bir de. Saul babasının düş kırıklığına uğradığını görünce sinirleniyor, baba da oğlunun tembelliğinden ve politik coşkudan uzak olmasından öfkeli, böyle gergin bir ilişkiyi sürdürmeye çalışıyorlar ama babasını camdan atacak hali yok Saul’ün. Crowley istediğini alamıyor, Saul’ü Kral Fare’nin ortaya çıkacağı zamana kadar hücresine gönderiyor.
Kral Fare, fare işte. Özel güçleri var, parmaklarını minicik hale getirebiliyor, duvarlara tırmanabiliyor, gölgelerin arasında kamufle olabiliyor, çok güçlü bir de. Neyse, gelip kaçırıyor Saul’ü, dayısı olduğunu söylüyor. Anne doğumda öldüğü için, kendisi de Kral Fare olduğu için ortalıklarda pek gözükmemiş o zamana kadar. Anlattığı hikâyeye göre krallığı da pek kalmamış gibi gözüküyor, zamanında Kavalcı’yla karşılaştıkları zaman fare sürüleri boğulurken bu kaçmış, o günden sonra fareler tıslayarak yaklaşıyorlar Kral’a. Beraber kanalizasyona indikleri zaman görüyoruz bunu, sürüler Saul’ün etrafında dolanıp duruyorlar, yeni krallarını seçmişler bile. Kral Fare krallığını geri almaya çalışıyor, tabii Kavalcı belasını def etmeye de çalışıyor, bu yüzden Saul’e sardığını görüyoruz. Kavalcı da sarmış tabii, çocuğun varlığını öğrenince Saul’ün peşine düşmüş ve babasını öldürmüş. Romanın mantık hatalarından, karakterlerin yeterince derinleştirilmeden olaylara pata küte dalınmasından bahsedecektim, buradan başlayayım. Kavalcı geliyor, babayı camdan aşağı iteklemek suretiyle katlediyor, bütün bunlar olurken Saul içeride mışıl mışıl uyuyor ve Kavalcı asıl aradığı adamı aramıyor evde, basıp gidiyor. Eh. Saul hikâyeyi öğrenince üzülüp ağlıyor biraz, bu da yavan geliyor. Bu türde veya bu türe yakın şeyler yazan adamları düşünüyorum, mesela bunu Gaiman yazmış olsaydı karakterleri müthiş kurardı, Saul’ün acısını hissedebilirdik. Keza Barker da öyle, Dokudünya benzer bir atmosfere sahip, duygular metinden fışkırıyor adeta. King mesela, karakterlerin garip özelliklerini işlerdi, aralarındaki muhabbeti kendilerine özgü birkaç espriyle, birkaç sıcak davranışla süslerdi, on numara ilişkiler çıkarırdı ortaya. Miéville yapmıyor bunu, sadece olay akışına odaklanmış gibi gözüküyor, bu yüzden de Kral Fare’nin aslında Saul’ün annesine tecavüz ettiğini, oğlunu kurtarmaya çalıştığını öğrenince pek şaşırmıyoruz, Saul’ün Kral Fare’ye duyduğu öfkenin şiddetini hissedemiyoruz, pek bir şey hissedemiyoruz kısacası. Kavalcı’nın teknolojiyi kullanmaya başlaması da bir değişik, bu adam insanları da hayvanlar gibi dans ettirebiliyor, etkisi altına alabiliyor ama Saul’ün müzisyen arkadaşı Natasha’ya ulaştığı zaman kızı etkileyebilmek için gayet utangaç, pısırık bir adammış gibi dolanıyor ortalıkta. Bu bir “trick” gereği, Kavalcı’nın aslında Natasha’ya yanaşan Pete olduğunu anlamayalım, sonradan ortaya çıkınca durumdan zevk alalım diye yapılmış ama, yani zaten Pete flüt çalıyor, Kavalcı’nın bahsi metnin başından itibaren defalarca geçiyor, eh, ikisinin aynı varlık olduğunu da bir zahmet anlayalım artık. Neyse, Kral Fare’nin öğretmenliği başlıyor, Saul’e nasıl fare olunacağını öğretiyor. Saul bir müddet sonra tek başına çıkıp geziniyor Londra’da, Kral Fare’nin bütün uyarılarına rağmen. Anansi gelip yakalıyor çocuğu, ağlarına doluyor, paketleyip Kral Fare’nin önüne atıveriyor. Miéville’in aksiyon sahneleri başarılı bu arada, kovalamacanın detayları çok çeşitli, iyi. Saul çetenin diğer elemanlarıyla tanışıyor böylece, Anansi ve Loplop. Kavalcı’yla savaşacaklar, Saul’ü aralarında görmek istiyorlar çünkü Saul yarı insan, yarı fare olduğu için -burası da ilginç, sonradan ortaya çıkıyor ki Saul safkan fare, Kavalcı’nın müziğinden kaçınamaz ama kaçınabiliyor, belki de insan babasının insana dair bilişsel süreçler katmasının yardımıyla, başka bir açıklama bulamıyorum çünkü- savaşta çok işe yarayacak.
Bu esnada Kavalcı tekrar iş başında, babayı katlettiği eve dönerek nöbet tutan iki polisi de hacamat ediyor, Crowley’ye göre bunları kodesten kaçan Saul yapmış olamaz. Çözemiyor tabii mevzuyu, Saul’ün arkadaşlarına dadanan Kavalcı’nın geride bıraktığı cesetler gizemi iyice artırıyor, Crowley’ye göre Saul de bir kurban. Aslında bu Crowley’ye pek de gerek yokmuş gibi duruyor, zira son kapışma dahil kendisini cesetlerin yanından başka bir yerde göremiyoruz, kurguya herhangi bir katkısı yok, katkısı olmamasının da bir katkısı yok, hasılı yok gibi bir adam Crowley ama var. Niye var, bilmiyorum. İşin adli, kolluk kuvvetli kısmı boş kalmasın diye sanırım. Neyse, aralarda birkaç arbede, birkaç kapışma, Saul kaçıyor, Kavalcı kovalıyor, bu sırada Natasha’nın müziğine kendi flüt ezgilerini katabileceği kadar yakınlaşıyor kızla, büyük bir partide kendi partisyonlarını da çaldıracak kadar. Son kapışma bu partide gerçekleşiyor, çok tipik bir son olduğu için bu kapışmayı es geçiyorum ve garip finale geliyorum. Saul, Kral Fare’nin krallığını yerle bir ederek adamı -babasını- sürgüne yolluyor adeta, sonra kanalizasyona inip bütün fareleri topluyor, cumhuriyeti ilan ettiğini haykırıyor, kimsenin bir krala ihtiyaç duymadığını, herkesin özgür olduğunu falan söylüyor. Miéville’in ilk kitabı bu, sonraki kitaplarında eminim ki bu meseleleri daha mantıklı bir şekilde anlatıya dahil etmiştir ama burada o kadar çiğ duruyor ki olabilecek en kötü sonlardan biri haline getiriyor finali. Fareler haykırıyor, Kral Fare bir gün geri döneceğini ve monarşiyi sürdüreceğini düşünerek uzaklaşıyor, böyle bitiyor anlatı. Yine bir eh çekiyoruz, serinin ikinci kitabının gelip gelmeyeceğini bilemiyoruz ama umarım başarılı atmosfer aynı kalır, anlatı genişler, derinleşir.
Benzerlikten ötürü Dokudünya diyeceğim yine, konusu ve karakterleri itibariyle 700 sayfalık heyecanlandırıcı bir tuğla olarak ancak toparlanmış gibi duruyordu, Miéville çok daha iyi işleyebileceği bir hikâyeyi 300 sayfaya sığdırarak pek iyi bir iş yapmamış gibi duruyor. Pek başarılı bulmadım bu metni, yine de Miéville okumaya devam, diğer metinlerinin şahane olduğunu söylüyorlar.
Cevap yaz