Erol Hızarcı – Toprakaltı Sarayları

Hızarcı yirmi beş yaşındayken çıkarmış bu ilk kitabını, sonraki kitapları Destek’ten çıkmış, çok ilginç. Muazzam kalitede bir üslupçu, lirizmi başlı başına bir öykü olarak ortaya çıkabiliyor, hikâye örgüsüne ağırlık verdiği öyküleri de iyi kotarıyor, neden Destek acaba? Neyse, Erol Hızarcı 1972 doğumlu, hukuk okuduktan sonra öykü ve senaryo yazmaya başlıyor, birkaç sulu komedinin yanında sağlam filmlerin senaryolarını da yazıyor. Bu ilk kitaptaki iki öykü dergilerde yer almış, diğerleri okurun karşısına ilk kez çıkmış. Kaan İnce’nin anısına ithaf edilmiş kitap, müntehire.

“Ertelenmiş Günbatımları” son öykü, bir ilkyaz ikindisinde çocukların koruda yürüyüşüyle başlıyor. Taştan evin gölgesinde toplanacaklar, metrukluk tedirgin edecek onları, oyunun başlaması için gelmesi beklenen görünür görünmez oyun başlıyor. Gün ışığı yaprakların arasından farklı açılarla düşüyor, zamanın geçişini gözlemleyebiliyoruz. Güneş batmadan dönmeleri gerektiği için hemen başlıyorlar oyuna, son gelenin ebe olması isteniyor, metruk evin duvarına yumarken tek başınalığından korkacak, herkes saklı, bir anda yok olan arkadaşlar ve yalnızlık anlatıcı için izlekleri bağlama noktaları oluşturacak, hemen her öyküde aşk, ölüm, yalnızlık birbirine bağlanıyor, iyi teknik. “İlkyaz ikindisi” kalıbı birkaç kez kullanılıyor, böylece geçen zamana rağmen günün ikindiliği anlatıcıya yeni bir başlangıç oluşturma niteliği kazanıyor, hikâyenin uçları bu tekrarlarla çoğalıyor. Ebe gözlerini açıp bakınıyor, ağaçlardan başka bir şey göremeyince kaleyi bırakıp arayışına başlıyor, kaybolarak. Anlatıcı oyunun dinamiklerinden yola çıkarak anlatısını derinleştirmeye girişiyor: “Dağılmış dostlukları anlatır saklambaç. Ebenin yumuşunda, yaslanarak ağlayan çocuğun duruşu saklıdır.” (s. 105) Karşılaşmalarda hemen kalesine koşup sobelemesi gerekir, kendini kurtarmak için. Saklananın adını doğru söylemek zorundadır, çanak çömlek patlatmak için yanlış bir isim söylemesi, tek bir hata yeter. Zamanla birlikte isimler karıştırılır, unutulur, dostluklar ve sobelenen kaybolur. Ebe kimi görürse görsün, ağzından kimin ismi çıkarsa çıksın yalnızdır, sobelediği zaman daha da yalnızdır, arkadaşını yener, dostluğu yaralar. Bunun yanında arkadaşları kaleye gelirler ama kapıya vurup sobeleyemezler, korkarlar. Evin içindekileri korkutmaktan, korkmaktan çekinirler. Rastlantılara bırakırlar kendilerini, günün birinde denk gelirlerse geçmişteki tanışıklıklarını hatırlamaya çalışacaklar bu kez. “Hep bulamayacağım yollarda arayacağım kayıp izlerinizi; hep birbirimizi arayacağız bulamazken kendimizi.” (s. 109) Erişkinlik ilginç, bu oyunlar bir nevi erginlik töreni işlevi görüyorlarsa eğer, mücadeleyi ve yengiyi öğretiyorlarsa birlikte öğrendiklerimizin silinip gitmeleri, yetişkinliklerinde oyun arkadaşlarını tanımamaları, aynı oyunu büyük büyük halleriyle oynayıp daha büyük kayıplara yol açmaları oyunun içindedir yine. Tek farkla, iyice ciddileşmiştir oyun, üstelik kaybedenin omzuna elimizi atamayız bu kez, ilişkiler yıkıma dektir. Anlatıcı erişkindir bu noktadan sonra, aşklarını ve dostluklarını hatırlar, baştan kurar, aşkla oyun oynanmamasını ister, buna oyunlar oynanan öykü dahil. “Varsın, her aşk yeryüzüne yaralı ve kırık düşsün ama, öykülere düşmemeli aşklar. Ölü kelimeler olmasın son durakları. Yaşandıklarıyla kalsınlar.” (s. 115) Aşklardan bir ömrün uzun çizgisine ulaşılır, yaşlanmaya doğru uzayan bir yolun taşları anlatılır, ardından cenaze törenlerinde tekrar bir araya gelenlerin birbirlerine dostça baş sağlığı diledikleri canlandırılır, demiryollarının başka şehirlere taşıdığı insanlar aynı yoldan geri döner, çocuklar eve dönmenin çaresizliğini yaşarlar. Oyun bitmiştir. Bu demiryolu bahsi başka öykülerde de geçiyor, evden çeşitli sebeplerle ayrılmanın -eğitimdi galiba bir öyküde- kabuk bağlamayan yarası olarak demiryolu gösterilir. Düz, uzun, metal kanayan yara.

“Algın Bir Sessizlikte” kısa bir öykü. Yağmur, sırılsıklam bir anlatıcı, kaldırımın kenarında. Tartısıyla bir çocuk duruyor kenarda, adam tartılmak istiyor, aletin üzerine çıkınca ibrenin kıpırmadığını görüyor. Kıpırmak. Yanlışlıkla yazdım ama hoşuma gitti, anlam da korunuyor sanırım, kalsın. Neyse, çocukla kısa bir muhabbet, cepteki paradan bir miktar verilecek ama unutuyor adam, sarhoşun tekinin yalpayarak geldiğini, elindeki şişeyi çocuğun ağzına dayamaya çalıştığını görünce geri dönüyor, biraz daha muhabbet, havadan sudan. İbre neden kıpırdamadı, çünkü adamın ağırlığı kalmamış. Dikkat etsinmiş, rüzgârda uçup gidermiş. Çocuğu tartmazmış tartı, çocuk çocuk olduğu için. Sonra bağırışmalar, kargaşa, silah sesleri. Adam yerde, çocuk yanında. Neden vurmuşlar, koşuyormuş çünkü. Artık tartılabilir, ibre kıpırdıyor. Çocuk şaşırıyor, adam kendisinden daha ağır. Silahın, tartının, çocuğun metafor olarak görülmesiyle öykü anlamlara açılır, imgeler takip edilirse yan anlamlar belirir, Hızarcı’nın öyküleri böyle. Arasının olacağını düşünmüyorum, sevilecektir veya sevilmeyecektir.

“Toprakaltı Sarayları” kitabın ağır topu, yazmanın sancısına odaklı. Bütün aşamalarıyla yazı sürecine odaklanıyor, önce bir yazar aranıyor. Öyküyü yazacak biri lazım, bir metin yazarını arıyor. Benlik yazarı kabul ederse, bir başkası/persona olarak beliren yazar kabullenilirse kapı aralanıyor. Bir de ağaçlar, doğa, yine başka bir öyküden çıkıp geliyor, aslında bu öyküyü doğada kendini görmeye çalışan anlatıcının bulunduğu öyküye bağlayabiliriz, metnin/yazarın durumu anlatılırken önceki öykü eş zamanlı olarak sürüyor. Pencerenin kenarındaki ağaçlar yazıya çağırıyor anlatıcıyı, ürkünç bir çağrı, yaratma cesareti ortaya çıkınca sözcükler oluşmaya başlıyor. Önce mekân ve olay, karakterler bunları takip etmeli. Öykü, kahramanını bulup seçmeli. Yazar ağaçların yerinde saymadığını düşünerek kahramanın gelişim aşamalarını çağırıştırıyor bu sırada, ağaçların hareketini geçen zamanın etkisiyle görebiliriz, yazar ve karakter de görebilir. Biricikliğin farkına varırlar, bir başka öykünün parçası olmadıklarını anlarlar, yeni bir şeyin izini sürerler. Bu taşmayı engellemek ne ölçüde mümkün, düşünmeli bir yandan. Bir karakter, uzam farklı kimliklerle farklı metinlerde ortaya çıkabilir, bunu okur anlamasa bile yazar her şeyin farkında olabilir veya yazar da fark etmez, yaratısından geçen insanlar tek bilinçten doğdukları için birbirlerine benzerler. Bir ölçüde. Belki tamamen. Yazar metnine ne ölçüde hakim olabilir? Yargılamazsa iyi, karışmazsa iyi, bunların dışında kimin nerede belireceğini nasıl hesaplıyor yazar? Öldürüyor karakterlerini bir de, ne basit. Korkunç bir şeymiş gibi geliyor bana, bir karakterin yaşamını kurtarırsak geri kalan yaşamından da sorumlu olmanın ağırlığı kimin omuzlarına binecektir, yazarın, personanın, anlatıcının, kimin? Bir öyküdeki, şiirdeki ağaçlara ne olur, yaşananlar yaşandıkları anla ölçülmezlerse, süreğenleşirlerse örneğin, bu tür bir yaşamın yükü kimde oyuktur? Bu öykü derine iter okurunu, tehlikelidir.

Kalan öyküler de iyidir, Hızarcı’nın öykülerine bir göz atılmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!