Orhan Duru – Durgun ve İşsiz

Duru’nun denemeleri bildiğimiz tarifeden gidiyor. Oyunlar: “Dinlencede dinlenemiyorum, kimseyi dinlemiyorum ve inliyorum. Dinlenme değil, kimi zaman işkence ve işkembe-i kübra’dan salvo. Güüümmm. Can sıkıntısından patlamak üzereyim ve bunun yerine patlangaçlar patlatıyorum.” (s. 75) Bodrum’da oluyor bunlar, hava öldüresiye sıcak, İlhan Berk gökyüzünü göremediğini söylüyor. Çok sıcak havalarda gökyüzü puslu gibi duruyor ya, incecik ve bembeyaz bir kumaş örtüsü varmış gibi, sanki bulutlara sis çökmüş gibi, öyle. Gece yıldızlar yok, uzay kayboluyor, İlhan Berk gökyüzünü göremiyor, sabaha kadar beklemek istiyor görmek için. Şairlerden bahsediyor, mevzuyu Eflatun’a bağlıyor Duru, sanatçı dostlarını -Eflatun dahil- ara ara denemelerine katıyor, birlikte çıktıkları masmavi gezilerden bahsediyor bazen, bu gezilerin kitabını da okumak lazım. Ada’dan çıkmıştı sanırım, körfezler ve denizler ve kentler vardı, Ege ve Akdeniz boyunca uzananlar. İlhan Berk de Bodrum ve İstanbul olmak üzere iki kent halinde değerlendirilebilir, burada söz konusu Bodrum. Şairin evinde hizmetçiler, aşçılar, uşaklar olmalı Duru’ya göre, öyle bir şaşaa gerek. Başka, Berk’e göre şiir insanda suçluluk duygusu uyandırmalı, Örsan Öymen’e göre “Bedroom”da uyumamalı ki uyutmuyor şehir zaten, bütün mekânlar böğürüyor adeta, sessiz bir yer bulmak mümkün değil. Tepelere aynı tip evler yapılmış, doğa katledilmiş, bu da uyutmuyor. Bakir yerler bulmak üzere yola çıkıyorlar, Duru kendini denize bırakıyor, balıkların da terleyip terlemediğini düşünüyor. Birkaç an, biraz üzüntü, trajediyi aşıp komediye dönüşen oyunlar, Duru’nun denemeleri böyle. “Durgun ve İşsiz”e bakalım, iki önceki krizde işten çıkarılan gençlerden biri -Altan- Duru’nun yakın arkadaşı, iyi bir metin yazarı, artık işsiz. Vahap Bey öğüt vermek için hemen çöküyor tepelerine, birkaç denemede daha karşılaşacağız kendisiyle. Kodaman, cebindeki tomarın kendine verdiği yetkiyle bilmiş bilmiş konuşuyor. Gençlerin iş beğenmediğini söyleyen, kanser hastası bir kızın pahalı ilaçlar hakkında konuşmak istemesiyle beş on kuruş bağışlamak zorunda hisseden, halkı ters çevirip şöyle iyi bir silkeleyen, dökülenleri cebine atan adamlardan Vahap Bey, lafını söyleyip uzuyor, bizimkiler balığa çıkıyor, ne yapsınlar, iki balık veriyor birileri, Sait Faik’in öyküleri anımsanıyor, balıkların yanında oksijen de beleş, üstelik iki işsize beleş yaşam nimet gibi, aslında donuk bir andan fazlası değil, cepte para olmayınca yaşam duruyor. “Kelebekler” bir davetlerle, papyonlarla ve kelebeklerle ilgili her çağrışıma açık, parasızlığa da. Bir davete katılıyor Duru, herkes yiyeceklere çöreklenmiş, tıkınmaca. Doğan Hızlan ve papyonu yine orada, Sezer Duru ve Orhan Duru teşrif etmişler, papyonsuzların alınmadığı etkinlikte hokkabazları izliyorlar, Karagöz oynatılıyor, Türk kültürü gecesi gibi bir şey. Şaraplar su gibi akıyor, kahkahalar havalarda, ucubelerin arasında neyi gözlemleyeceğini bilemiyor Orhan Duru. Başka bir denemede Vahap Bey’in kedisine odaklanıyor, dişi kediye bir erkek lazım ama beyefendi beğenmiyor erkekleri, çok sıska olduklarını söylüyor, zengin görünümlü bir kedi arıyor, buluyor da. Doğa da sınıflaşıyor bir anda, Vahap Bey’in kudreti buna da yetiyor. Helal Vahap Bey.

Şehirden bıkkınlıklar da pek, “Vıcık ve Karanlık”ta ne yapacağını bilmeyen Duru’yla karşılaşıyoruz, ahşap yapılar çöküyor, demirler çürüyor, sular taşları eritiyor, çöp tepeleri dağa dönüşüyor, evlerin damlarından sarkıtlar düşüyor aşağı, Demir Özlü’nün bir komşusunun bunlar yüzünden öldüğünü hatırlıyor Duru, dikkatle yürüyor. Birileriyle karşılaşıyor, sohbet ediyor, çocuklar kardan adam yapıyorlar, alçak basınçlarla yüksek basınçlar şehrin kasvetini artırıyor. Sera etkisi, iklim değişikliği gökte öylece dikiliyor, kılıç gibi. Doyurulması gereken karın IMF kıskacında, zaten dürümler ve midyeler mikroplu olabilir, hastalık kapmaktan korkan Duru’nun tek dayanağı iğneler, ilaçlar. Parası yeterse o da. Eve dönerken kardan adamın yıkıldığını görüyor, bunun üzüntüsünü giderecek bir şey yok. Başka bir bölümde aşırı sıcaklar var bu sefer, Duru’yu uyarıyorlar, o sıcakta ağır kızartmalar yiyip erkenden içmeye başlayınca sapıtıyormuş, yapmasınmış öyle. Klima taktırsınmış, kendini derin dondurucuya gömmeliymiş. Kışa kadar çözülmeden kalsınmış Duru, mümkün değil. Yurt dışına gitmeyi düşünüyor bir ara, kuzey ülkeleri püfür püfürdür ama ona da müsaade yok, vize çıkmıyormuş çünkü. Eskiden pasaport vermezlermiş, şimdi vize vermiyorlarmış, Schengen de bitince kalıvermiş öyle Duru. Dalga dalga sıcaklar gelirken bıraktım, içimi daralttı biraz. “Kaplıca”ya bakayım, yağlı yağlı adamlar terleyerek erimeye çalışıyorlar, Duru’yu fenalıklar basıyor, çıkıyor oradan. Jakuziye. Orada da bunaltı basınca Türk hamamında kese attırıyor, açılıyor bir, sonra yemek faslı. Diyetler, zayıflamalar hemen bırakılıyor, o kadar para verildiyse her şeyden yemek lazım diye açık büfeye yığılıyor insanlar, tabaklar tepeleme dolduruluyor. Duru da sağlam yiyor, sonra gece karabasanlarla uğraşıyor, ertesi gün sil baştan. Duru bunları şamata yaparak anlatıyor, bahsettiğim sözcük oyunlarına sık sık başvuruyor, insan manzaralarından kesitler sunuyor, kendini de insanların arasında bir insan olarak gördüğünden makaraya alıyor bir güzel. “Nüfus Memurluğunda” kısmında kimlik numarası almaya giden sade bir vatandaş olarak çiziyor kendini, güvenliklerin tehditkâr duruşlarından pek hoşlanmıyor, güvende hissetmiyor açıkçası. Kafka’nın bürokrasi yüzünden boğulan karakterlerini anarak kendini edebi bir konuma oturtuyor, sonrasında Aziz Nesin’in öykülerine öykünüyor, katlardan katlara, odalardan odalara gidiyor ve en sonunda kütüğünü Ayşe Hanım’ın masasına atıveriyor. Kimliği çıkarmaya gerek yok, kütükten her şey okunuyor nasıl olsa. Çok kapsamlı bir kimlik numarası alarak ayrılıyor mekândan Duru, bir daha işinin düşmemesi için dua ederek. Nereye gitmek istiyor, dağlara mesela. “Tırmanma”da bir örene tırmanıyor, yerlilerin “asar” dediği yere. Anadolu’nun bir kasabası, yakınlardaki dağın eteklerinde eski bir yerleşim yeri. Bir bekçi buluyorlar, patikalardan çıkmaya başlıyorlar. Bekçi adeta bir keçi gibi ilerliyor ama şehirli çocuklar o kadar hızlı değil, oflaya puflaya çıkıyorlar yukarı. Yerlerde avcılardan kalan boş fişekler. Romalılardan kalan duvarlar, surlar, artık her neyse, şöyle bir görülüyor ama yorgunluktan bitmiş ziyaretçiler köyü, dinlenmeyi özlüyorlar bu kez. Doğruca aşağı. Duru denizi daha çok seviyor sanırım, denizli denemeleri büyük bir şevkle yazılmış gibi duruyor ama iş karaya gelince sıkıntıların ardı arkası kesilmiyor. Parasal sorunlardan mangırın tarihçesine, Vahap Bey’in ve şürekasının devleti hortumlaya hortumlaya bitirememesinden durmadan çalan telefonlara kadar pek çok rahatsızlığı var Duru’nun, ne zaman ki ayakları toprağa basmıyor, o zaman huzur buluyor.

Denemelerde memleket meseleleri ağırlıklı olarak yer alıyor, bunun yanında SARS gibi hastalıkları da ele alıyor Duru, yaşadığımız ülkeden ötürü yeterince nefes alamamamızın yanında bu hastalıkların bizi iyice güçsüz düşürdüğünü söylüyor. Çinlilerin yemek alışkanlıklarından bahsediyor, tükürük hokkalarına huark şeklinde çıkardıkları balgamı nasıl tükürdüklerini anlatıyor, virüsler için bayram yeri. Aşağı yukarı yirmi yıl sonra çektiğimiz sıkıntılar aynı, bu durum Tahıla Karşı‘da detaylarıyla yer alıyor, biz Duru’nun mizahıyla birlikte okuyoruz. Komet ve Ferit Edgü bahisleriyle bitireyim, Komet ansızın ortaya çıkıyor, Paris’ten gelmiş. Başında pervaneli bir şapka var, sıcak günlerde serinletiyor, güneş enerjisi sağ olsun. Ferit Edgü de çok ilginç yemekler yaparmış, kendi icadıymış çoğu. Tarifleri kimselere vermezmiş, böyle bir şeyler.

Evet, Duru’nun denemeleri eğlenceli. Kolay gelsin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!