Arzu Bahar’ın ikinci kitabı. “Delilik” ilk öykü. Başar nam delikanlımız tek başına yaşamakta, evde metin yazarak maişetini temin etmektedir. Bir gün annesi çat kapı gelir, bu çat kapılık annenin anahtarının olup olmadığı bilgisini vermez ki bu bilgi finalde doğan pek çok soruyu cevaplandırabilirdi. Neyse, annesi tipik annedir, oğlunun bir an önce evlenmesini ister falan, Başar’ın geceyi geçirdiği kızı görünce büyük çaplı bir kargaşa yaşanır, aralarındaki ilişki böyle. Bir de tablo getirmiştir, Başar’a hediye. Bu tablo ikide birde değişmektedir, Başar bir gün kaplumbağalardan birinin ters döndüğünü görür, başka bir gün eski haline döndüğünü görür, yavaştan kafayı yemeye başlar. Sanat tarihi okumuş olan çocukluk arkadaşı Serap’ı arar, yardım ister. Serap’la aralarında ilginç bir ilişki var, gençken Serap Başar’a, Başar’sa Serap’ın arkadaşı Meltem’e aşık, Meltem’in de sevgilisi var, dörtlü grup takılıyorlar öyle. Sonra Serap evleniyor, bir süre sonra boşanıyor, hâlâ Başar’a âşık çünkü. Neyse, Serap eve gelip tabloya baktığı zaman Başar kızı bir an önce yollamaya bakıyor, yine o eski aşk depreşmesin diye. Sonra bu tabloların değişimi sürüyor, bir ara Başar o kadar delilikten sonra ansızın sakinleşiyor, yine içkidir, kadındır, takılıyor ve sonra tekrar deliriyor ki bu geçişler kurguda sırıtıyor, ardından Serap’la daha sık görüşmeye başlıyorlar ama aralarındaki mesafe olduğu gibi duruyor. Annenin ikinci ziyaretinde bir ipucu daha geliyor: “Annem, tablo ve evde sabahlayan kızlar arasında bir bağ olmalı, diye düşene düşüne kapıyı açtı Başar.” (s. 22) Yazım hatasına dokunmadım. Serap önceki gece Başar’da kalmış, anne ters ters bakıyor ama mahalleden arkadaş olduklarını öğrenince Serap’ı işliyor biraz. Bu sırada Başar’la Serap tablonun ressamını bulmaya çalışıyorlar, bir şey çıkmıyor. Başar süper bir çözümle geliyor bir gün, tabloyu atarsa hiçbir sorun kalmaz. Serap karşı çıkar gibi konuşuyor, ortada çözülmesi gereken bir gizem var ve anneye ne söylenecek? Serap’ın yediği herzeden emin oluyoruz böylece, Başar yavaştan şekilleniyor, Serap’ın evde olduğu günlerde tablonun değişmeden durduğunu söylüyor. Bu kez Serap evine gitmek istiyor, haftalar boyunca Başar’ı görmüyor. Sonra Başar iyice kötüleşiyor, sayıklamaya başlıyor, hastaneye kaldırıyorlar. Başar kendisini tablodaki adama benzetmiş, sakallı ve bakımsız. Neyse, Serap evine gidiyor, ağlamaktan gözleri şişmiş, kilitli bir odanın kapısını açıyor ve tablonun değişik versiyonlarının bulunduğu duvarları görüyoruz.
Belli bir yapı var, Serap’la Başar arasındaki ilişki derinlemesine inceleniyor, Başar’ın kayışı koparması diğer kanatta inceleniyor, bunlardan sonra öykü çok ani bir şekilde, pek de sürpriz olmayan bir biçimde sonlanıyor. Bu son öngörülemez değil, o yüzden pek başarılı da değil. Başar’ın psikolojisi, sanrılarla boğuşması da pek sağlam işlenmemiş gibi duruyor, ölümüne korkan bir adamın gizem çözme peşinde durumunu daha da kötüleştirmesinin altında yatan bir motivasyon kaynağı yok örneğin. Anahtar konusu burada önem kazanıyor bir de, Serap tabloları nasıl değiştiriyor? Annede anahtar var diyelim, Başar zaten evden çalışan biri, her gece dışarıda olup olmadığı belli değil, Serap da tablolarla gelmediğine göre adamın evde olmadığı zamanları kolluyor. Ne için, adamı ruh hastası etmek için mi? Böyle küçük fazlalıklar var, ya ben detayları kaçırdım okurken ya da alımlamayla dolmayacak boşluklar var kurguda, bilemiyorum.
“Sakın Oraya Gitme” kitaptaki en kısa öykü. “Loştan daha karanlık” bir odanın tasviri, güzel. İnsanlar müstakbel ölünün önünde üzüntüyle bekliyorlar, atmosfer sağlam kurulmuş. Son sözlerini söyleyen adam sıra torununa gelince, “Sakın oraya gitme!” diyor, vefat ediyor. Öykü bu. Anlık bunaltı, gizemli son.
“Sokağın Başındaki Servi Ağacı” en başarılı öykü. Anlatıcının dedesinin kendiyle yaşıt son arkadaşı vefat ediyor, adam kendini odaya kapatıyor. Üç gün boyunca çıt çıkmıyor odadan, ölüm fikriyle mücadele ediyor, odasından çıkınca spor salonuna yazılmak istediğini söylüyor ama seksen dört yaşında, damadı yürüyüşe çıkmasını öneriyor. Damatla kız arasında da gerilim var, damada göre adam bunamış, tabii bunu içinden söyleseydi daha iyi olurdu, kavga çıkmazdı böylece. Neyse, dede bir gün sokağa çıkıyor, uzunca bir süre gelmiyor. Sokağın başındaki ağacın önünde beklediğini öğreniyorlar, yanına koştuklarında görüyorlar ki adam gerçekten katatonik bir halde ağaca bakıyor. Sonrasında bakkal damattan borçlarını ödemelerini istiyor, dede bir dünya çamaşır suyu almış günden güne. Dedenin onca şişe çamaşır suyunu ne yaptığını öğrenemiyorlar bir süre, sonra ortaya çıkıyor ki o servi mezarlık ağacı, her sonbaharda birini götürüyor, adam ağacı kurutmaya çalışıyor çamaşır sularıyla. On numara beş yıldız bir öykü, anlamsız boşluklar yok, karakterler derin ve sağlam, olay ilgi çekici, ters köşeye yatırma amacı yok, dört dörtlük. Bir tek şurada takıldım: “Olan iki takım elbisesinden birini…” (s. 45) “Olan”a gerek yok kanımca, takım elbise giymişse olmaklığı takım elbiselerin içinde zaten. Böyle birkaç şey var, gözüme çarpmışken bir bunu aldım.
“Düğme” ilk öykü gibi problemli bir öykü. Morgda ağır aksak yürümeye çalışan anlatıcının yanında en yakın arkadaşı Haydar var, anlatıcı cesedi teşhis etmek için orada, ölü adam babası olabilir. Örtü kaldırılıyor, anlatıcı bakıyor ve bayılıyor, neyse ki babası değil. Adam kayıp, sorup soruşturuyorlar ama bir şey çıkmıyor. Dört gün geçiyor böyle, en sonunda Haydar yıkanmaya, evine gidiyor, anlatıcı kendi evine gidiyor, annesini teselli ediyor. Bu sırada anlatıcıyla Haydar’ın dostluklarının nasıl başladığını zamanın geriye sarılmasıyla öğreniyoruz, anlatıcı ikinci sınıftayken Haydar geliyor okula, arkadaş oluyorlar. Kocaman bir herif Haydar, sıraya sığmayan cinsten. Neyse, Haydar ilkokuldan sonrasını okumuyor, kahveci çırağı oluyor, on sekiz yaşında da kahveyi satın alıp işletmeye başlıyor. Anlatıcının annesiyle babası Haydar’ı sevmiyorlar, onlara göre Haydar ipsiz sapsız bir tip. İyi arkadaşlar ama, önemli olan bu. Düğme detayını da anlatayım, Haydar’ın gömleğinin bir düğmesi kopuk, göbeği pörtlemiş. Bu detay öykünün sonunda karşımıza çıkıyor, Haydar kapıda beliriyor ansızın, civardaki boş arsada polislerin bir ceset bulduklarını söylüyorlar. Gidiyorlar, anlatıcının babası yerde yatıyor. Elinde kopuk bir düğme. Son. Şimdi Haydar’la ilgili verilenler belli, Haydar’la anlatıcının ve ailesinin ilişkileri belli, yani bu son sadece şaşırtma amacıyla kurulmuş gibi gözüküyor, o zaman öykünün geri kalanına yazık. Haydar babayı niye öldürdü, kendi ailesinin ölmüş olmasıyla işlediği cinayet arasında bir bağlantı mı kurmak gerekir -ki nasıl öldüklerine dair hiçbir bilgi yok, Haydar’ın patolojik vaka olduğuna dair de bir bilgi yok, kendini pek zorlamayan, düz bir adam sadece- veya yine bir şey mi kaçırdım acaba, bilemiyorum.
“Kayıp”, kırsaldan kente gelen bir adamla ilgilidir. Yoksul bir aile, abi şehre para kazanmaya gidiyor, kardeşinden okumasını istiyor. Kardeş abisinin kaybolduğunu öğrenene kadar okuyor, abisinin kaybolmasıyla ilgili sorduğu bir soruya öğretmeninden cevap gelmeyince okula gitmiyor bir daha. Anneyle baba arka arkaya ölüyorlar, dertten. Yıllar geçiyor, kardeş büyüyor, evleniyor, bir gün televizyonda Cumartesi Anneleri’nin eylemini görüyor ve şehre gitmeye karar veriyor. Otobüsten inince iki kişi yanaşıyor, gitmek istediği yere götüreceklerini söylüyorlar, adam hikâyesini anlatıyor ve bir arabaya tıkıp götürüyorlar. İkisi polis mi, insan kaçakçısı mı, bilmiyoruz. Böyle bitiyor.
“Para Kokusu” kitaptaki en uzun öykü sanırım. İki farklı hikâye ilerliyor, bambaşka hikâyelermiş gibi gözükse de hemen bir bağlantı noktası arayan okur çok geçmeden meseleyi çözebilir, böylece kurguda bağlantılar açık edildiğinde kendi öngörüsü hususunda kendisini tebrik edebilir.
Denk gelirseniz okuyun diyeceğim. Öyküler gerçekten iyi başlıyor, üslup genel olarak başarılı, atmosfer sağlam kuruluyor ama sonrasında kurgu kokmaya başlıyor, bir de fazlalıklardan sıkılıyorsunuz biraz. Borges’in öykü için “eksiltme sanatı” deyişini hatırlayalım. “Arkasında çarpan kapının gümbürtüsünü bırakıp kendini sokağa attı. Ağustos sıcağı insanoğluna haddini bildirir gibiydi. Güneş değdiği yeri kavurmayı görev bilmiş, sıcak soluğunu tutup tutup bırakıyordu. Sarı, yapışkan bir toz sokaklara inmiş, sıcaktan canı çekilmiş ağaçları, evlerin çatılarını, bir damla su için canhıraş kanat çırpan kuşların tüylerini tutmuştu. Asfalt tütüyor, kimi yerde özüne dönüp minik, kıvışık zift gölcükleri oluşturuyordu. Güneş yeryüzüne daha bir yaklaşmıştı sanki. Hani az uzansa, koca ateş topunu eli yana yana avucunda zıplatacaktı.” (s. 84) Bu paragrafın anlattığı cayır cayır yanan dünyanın anlatıda o kadar az ağırlığı var ki o bölüm için, havanın sıcaklığını bunca uzun uzun, benzetmelerle, süslerle anlatmak niye? Tatar Çölü‘ndeki havanın sıcaklığını düşünün, onca bunaltıya, sıkıntıya cuk oturur. Kumların Kadını‘nı düşünebiliriz yine, bu öyküde olmaz ama. Cortázar’ın öyküyü “kusursuz bir çember/küre/her neyse” olarak düşünmesinden yola çıkarsak Bahar’ın öyküleri biraz kusurlu, çember belli bir noktaya kadar olması gerektiği gibiyken vıjt diye doğrultudan çıkıveriyor çizgi, sonra yine yerine oturuyor, bazı öykülerin sonundaysa tamamlamıyor çemberi. Sanırım böyle. Tekrar diyeyim, denk gelirseniz okuyun.
Cevap yaz