Marar bir gün Ürdün’e gidiyor, amcasına mutlu olup olmadığını soruyor. Amcası işinden gücünden, ailesinin görece iyi durumundan, ekonomiden bahsediyor. Marar sorusunu yineliyor ve boş bakışlarla karşılaşıyor. Batılılara özgü bir soruya verilecek iyi bir cevabı yok amcasının, mutluluğu kendinden başka her şeyin iyi olmasında da aramıyor, belki de arıyor, eğer kendi çevresinde işler yolundaysa kendisi neden mutlu olmasın ki? Bu da değil, o zaman mutluluk tam olarak nedir? Selçuk Baran bir öyküsünde mutsuzluğu bir Batı hastalığı olarak tanımlıyordu, aynı şeyi mutluluk için de söyleyebiliriz. Azıcık duyarlı bir insan için dünyanın cehennemden farksız olduğu malum, o halde gerçekten de bu mutluluk denen nane ne ola ki? Güzel bir manzaraya bakmak, güzel bir yemek yemek, kısacası estetik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması diyebilir miyiz? Bundan daha da mı fazlası var yoksa, bilemiyorum. Aldous Huxley insanların hazlarıyla değil, acılarıyla empati kurabildiğini ve başkasının mutluluğunda garip bir sıkıcılık olduğunu söylemiş. Doğruya doğru, belki bir ölçüde mutluluk duyurur ama bir yakınımızın başardığı iş, çıktığı hoş bir seyahat sadece bir saniyeliğine hoşnutluk veriyor sanırım, sonrasında hikâye bitsin diye bekliyoruz. Bekliyoruz, öyle değil mi? Ben şahsen bekliyorum, insanın kendi potansiyelinden yola çıkarak vardığı nokta zaten var olması gereken bir şeyse o zaman bu neden mutluluk versin? Sınırları zorlayan başarılar gerçekten mutlu ediyor, uğrunda savaşılacak bir şeylere zaferle ulaşılırsa bu noktada bir mutluluktan bahsedebilirim. Onaylanma isteği biraz da, arkadaşımız tarafından onaylanmak, toplum için bir hikâyeye sahip olmak insanı mutlu eden şeylerin iki ögesinden biri Marar’a göre. Bu çağda özellikle zor bu, yarından sonrası için herhangi bir fikre sahip olmadığımız için ne uğruna çabalayacağız, anlamı olan hangi mücadeleye tutunacağız, bu tür soruların cevabı insanı garip bir durağanlığa sürüklüyor veya karşısına çıkan problemlerle uğraşmak yerine kaçmaya yönlendiriyor. Akışkanlık bundan kaynaklanıyor, bir nevi bencillik, bu da mutlu edebilir. İlişkideki sorunları çözmek yerine ilişkiyi bitirip yenisine başlarız, böylece belki de kalıcı sorunlar için geçici çözümler bulabiliriz, bir sonraki ilişkide bu sorunlar tekrar ortaya çıkana kadar. Neyse, kendimiz için bir şey yapmış oluruz ama bu kez toplumsal onaydan mahrum kalırız, bu da mutluluğu sakatlar. Marar’a göre bu bir terazi, kefeler ne kadar dengedeyse o kadar mutluyuz. Bunun bir tarihi var, günümüzdeki hali “çok çalış, biriktir, tüket, sergile” döngüsünde eriyip gidiyorsa da Platon’dan itibaren çoğu düşünürün mutlulukla ilgili fikirleri var, hatta Yunancada eudaimonia diye başlı başına bir kavram mevcut. “Tam bir doyumun sağlandığı, her şeyin yolunda gittiği, övgüye değer bir yaşam” anlamına geliyor. Aristoteles’e göre mutluluk anlık bir şey değil, hayatın soylu bir biçimde sürerken var olan bir süreç. Epikürcü düşünceye göre ataraxia, huzur yani. Boş hazlara duyduğumuz arzudan kurtulunca gelen huzur hali. Günümüze yaklaştıkça modern yaşamın sınırlarına giriyoruz, Kant’a göre mutluluk kişinin kendini mutluluğa değer görme hali, öznelliğe doğru ağırlığı artıran bir hal. “Gerçekten ne istiyorum?” veya “Nasıl yaşamalıyım?” sorularına cevap vermeyi gerektiriyor önce, bir belirlenimcilik şart. Ardından kendini özgür hissetme ihtiyacıyla kendini onaylanmış hissetme ihtiyacının çatışması geliyor, diğer insanların yolundan gitmeme, kuralları çiğneme ihtiyacı duruma göre özgürlük için gerekli olduğu zaman kefenin bir ucu aşağı inmeye başlıyor. Özgürlüğün icadıyla ilgili başlı başına bir bölüm ayırmış Marar, antik çağlardan Aydınlanma’ya kadar pek çok dönemin düşünürlerinden görüşlere yer vermiş, böylece özgürlüğün tam bir çerçevesi çizilemese de insanın yapabileceklerini göstermesini sağlıyor. Şiir ve sanata da dokunuyor Marar, Kundera’dan Nabokov’a pek çok yazardan aldığı örneklerle özgürlüğün biçimlerini inceliyor. Uç bir nokta olarak anlamsızlıktan doğan saçmalık yetisi yer alıyor, bu saçmalığı toplumsal normların dışındaki davranış olarak değerlendirmek gerek. Sadece gücü yettiği için bir insanın gözünü çıkaran Patrick Bateman’ı hatırlamak yeterli, özgürlük üzerine düşünmeye gerek bile yok aslında, patoloji insanı tahmin edilemeyecek noktalara çekebilir. Benzersizlik arzusu da doğurabiliyor bunu, biricik olmaya dair duyulan sonsuz istek toplumla uyum kuramayan karakterler yaratabiliyor. Daha da önemlisi Robert Bellah’ın bir görüşü: “Eğer özgürlük ihtiyacımız paradoksal olarak onaylanma ihtiyacımıza dönüşüyorsa kendi kendimize, kendimizin en derinine asla ulaşamayız.” Öznelliğin kendine hapsettiği insan kendinden dışarı çıkamadığı zaman özgürlük hapishaneye dönüşüyor, bu da Simon de Beavoir’nın görüşü.
Onaylanma kısmında sorumluluk almanın öneminden bahsediyor Marar. Şahsen uçan kuşun kanadından bile sorumluymuşum gibi hissettiğim için ben deli anladım burayı, normalde anlamam, biliyorsunuz. Neyse, bu onaylanmanın acıdan doğduğu fikri ilgi çekici, zira acıyı gerçekten duyan insanın bir benzerine sebep olmamak için daha da inceldiğini düşünüyorum. Kendimizi topluma sunarken bir yandan bu inceliği de göstermek istiyoruz, günümüzdeki —sözcüğün gerçek anlamıyla— pornografik selfie’lerden ziyade insan için daha anlamlı bir şeyler yapmak, en azından kendimizi bu tür bir amaçla sunmak istiyoruz. Toplum bizle ne yapacağını bilecekmiş gibi. Farklı personalar oluşturup farklı topluluklarda farklı insanlara dönüşüyoruz, aslında ne istediğini bilmeyen insanlardan mürekkep bir toplumun yaması haline geliyoruz, bu açılardan onaylanmanın niteliğinin çoktan değiştiği söylenebilir. Hastalıklı bir topluma uyum sağlamanın sağlık göstergesi olmadığını söyleyen adamın ellerinden öpelim. Kabul görmek için insanların ince ayarlarıyla oynamayalım, kimseyi acılarından yoklamayalım, kimseye hiçbir şey için psikolojik şiddet uygulamayalım falan, bu tür şeyler.
Aşk meselesine değiniyor Marar, onaylama ve onaylanma konusunda aşktan daha ilginç bir laboratuvar yok. İş konusu var, çoğu şey gibi bu da kültürden kültüre değişiyor, mutluluğun işe yansımasını ele alıyor yazar. En sonda da paradoksla yaşamaya dair birtakım çıkarımlar var, o da hoş. Hasılı hoş bir metin bu, okunsun isterim. Ben bunu 2015’te okumuşum, üzerine aldığım notları görünce gülümsedim biraz. Bazı şeyler hakkında bir tavsiyem olacak, gerçi saygı duyduğum bir abinin metninde tersi yazsa da sezgilerinize güvenin siz, alarm çanlarının çıling çıling ettiği yerde durmamaya bakın. Duracaksanız da keyfini çıkarın en azından, tedirginliklerle geçirmeyin günlerinizi, asıl tokattan önce biraz eğlenin. Ne bileyim. Bunu okuyun ya.
Cevap yaz