Ramazanoğlu TRT 2’deki bir programda metinlerini şahit olduğu olaylardan çokça esinlenerek kurduğunu söylüyordu, anlatıcının tanıklığı o kadar belirgin ki ya sağlam tongaya düşüyoruz ki düşelim, ya da Ramazanoğlu metinlerini şahit olduğu olaylardan çokça esinlenerek kurmuş ki kursun, iki türlüsü de öykülerin sıkılığını gösteriyor. Dünyanın derdi bu öykülere yığılmış, Ramazanoğlu hikâyeyi kısa tutmayarak derdi bir güzel yaymış, baştan sona eşitlemiş, üslubu da meselenin anlatımına cuk, o halde beğenmemek nasıl olacak? Bir parça haksızlık olmadan olmayacak, hep aynı anlatıcının bakışından bahsetsek hikâyenin nasıl başlayıp biteceğini kestirebildiğimiz gelecek ardından, bunu biçimdeki ufak tefek farklılıklar kapayacak. Dinî hassasiyetin, dinden öteye düşmenin metni bozduğunu da söyleyemeyiz, öykünün öykülüğü hep ön plandadır, karakterler yargılanmaz, etme bulma dünyası yoktur. Ramazanoğlu’nun karakterleri gördüklerini anlatmaktan ötesine karışmaz, kimseye değer biçmez. Yokluk, gurbet, erkin boğuculuğu esastır. “Mahalle”den bahsedilebilir mi bilmem, derdiyle dünyanın tamamına seslenen öyküler var bu kitapta. Zamanı yeri olmaz bunun da keşke daha önce okusaydım diye düşündüm, sahaflarda rastlamadığımdan olmadı belki. Hep aynı sahaflara gittiğim için mi, başka yerlere bakmadığımdan? Mevzu bir şekilde mahalleye çıkacak sanki, öykülere geçiyorum ama geçmeden Ramazanoğlu’nun bu kitabı Pakize Barışta’ya imzaladığını, daha doğrusu Pakize Barışta’ya imzaladığı kitabın elime geçtiğini söyleyeyim. Kıymet bilmemek mi bu, neyse. “At Hikâyesi”nde anlatıcının zihin doluluğuna dalmadan önce karşı masadaki adamın bakışlarına yakalanıyoruz, anlatıcı ellerinin titrediğini söylüyor, yemeğiyle ilgilenirken ölçeği büyütüyor ve yemekle münasebetini küçük hareketleri dahi ele alarak izah ediyor. Bilinç patlaması mı desem, azar yerken incelediğimiz halı desenlerinin unutulmaması gibidir bu da, utanç vasıtasıyla gelen detay zenginliği. Eh, “isteğin hilafına” etin yağlılığı, sinirlerinin alınıp alınmaması incelenir de hemen ardından anlatıcı “istemediği halde” turşu eklenip eklenmediğine bakar, hilafa eklense bozulmayacak bir detay akışı istememekle kesiliyor, anlatıcının gerginliğine veririz. Adamın niyeti bellidir, toy bir kadını cezbedeceği de bellidir ama anlatıcının içindeki tufan, aklının taşımı hikâyenin esas noktasını belirler: kadın yazmak, yaratmak, kendine zaman ayırmak için oradadır. Geçmişidir gerisi, yazma istencini dizginleyememesine dek yaşadıklarıdır. Üniversite son sınıfta okulu bırakmıştır, eşine destek olmak için hiç istemediği bir işte çalışmıştır uzun süre. Maaşı, konumu, anneliği, eşliği iyidir de insanlığının aldığı yaralar ağırlaşmaktadır git gide, iş yerindeki haksızlıklara alet olmaktan korkar, sanattan uzağa düşmemek için edebiyat dergilerini takip eder bir yandan, etkinliklere pek katılamaz ama elinden geleni yapar, Kurosawa’nın Pera’da sergilenen resimlerini görmeye gider. Küçücük adımlar anlatıcıyı titretir, toplumun tuhaflık yaftasını yapıştıracağını bilir de bundan çekinmeyeceği noktaya gelir yavaş yavaş. Zaman yaratacaktır kendine, tanıdığı herkesten zaman çalacaktır ve kendine ettiği ihanetin telafisine girişecektir, bu büyük dönüşümünün gücünü tanıdıklarına mükellef ziyafetler vermekte, emsali görülmemiş yakınlıklar sunmakta bulur. Açıklama da değil, anlatıcı yazmaya dair düşüncelerini dile getirirken eylemlerinin gerekçelerini de yediriverir kurguya, yadırgatmaz. “Yazmaya yeltenen bir kadın işe özür dileyerek başlamak zorundadır her şeyden önce.” (s. 16) İnsanların kendisine kibar davrandığını görür, alışmadığı bir şey, kurgunun gerçekle karışmaya başladığını düşünür. Yazma oyunu, sanki yaşamından bir şeyleri kâğıda çekmeye hazır hale gelmiştir, kurgulaştıracağı insanları belirleyecektir artık, baygın bakışlarını gözlerine diken adamı bile. Üniversitedeki drama derslerinde girdiği rolü düşünür, bir samuraydır artık, atıyla maceralara atılır mı atılmaz mı, flörtöz adam kurguyu nasıl etkiler, anlatıcı nasıl başlayacağını bildiği metninin silinip gitmesine razı mıdır? Hikâyeye nasıl başlayacağını bilmediğini söyler ve bitirir öyküyü, başlangıç noktasına düşünerek ulaşacağını söylemez de sezdirerek bitirir, ilk cümleden önceki karmaşaya varmıştır o an.
“Angelika’nın Unutuşu” ilginç bir konuya sahip de önce Ramazanoğlu’nun frekansla oynama biçimini söylemeli. Dalgayı daraltıp genişletir Ramazanoğlu, mesela bu öykünün anlatıcısı yorganın içinde sapsarı bir baş görmeye alışkın olmadığını söylüyor, bunu bir yükseklik olarak düşünürsek düşük frekansta hikâyenin tamamına dair verilen bilgileri buluruz. Dalga sürekli değişir, iki parça olarak düşünürsek parçalar üst üste biner ve öykünün yapısını belirler. Hoş teknik. Sapsarı bir başın nereden geldiğini balkondan gelen kısık seslerden de anlayamayız, on beş gün öncesine gitmek gerekir. Ali amca sarışın insanlar getirmiştir anlatıcının evine, işçi olarak çalıştığı Almanya’da edindiği dostları Türkiye’ye gelmek isteyince peşine takılmışlardır. Ankıl Peter hep bir erkek çocuk istemiş ama eşi Marion tekrar doğurmaya yanaşmamış hiç, akıllarına gelen fikir anlatıcının abisini Almanya’ya yollamak, Angelika’yı bağra basmak. Çocuklar bir yıllığına değiş tokuş ediliyor, farklı kültürleri tanıyıp dil öğrenecekler. İmkansız değil, oluru var, annenin bir seneyi çok uzun bulmasına rağmen amcanın ikna kabiliyeti belirliyor akıbeti, hikâye ikna edici. Zolner ailesi zaten Müslüman olmaya teşne, Münih’te dindar insanlarla tanışmışlar ve Müslüman kültürünü pek sevmişler, öyle ki Peter gelmişken sünneti de aradan çıkarmak istiyor. Doktorun pek de titizlenmemesi mümkün, yine de konu komşu bir Alman’ın sünnet edildiğini duyunca hediyelerle gelmişler, çeyrek altın getiren bile olmuş. Ali amca dinen hiçbir sorumlulukları olmadığını söylemesine rağmen özellikle Marion vecibeleri öğrenmeye çalışıyor, elden geldiğince yardımcı oluyorlar. Başta yadırgasalar da anlatıcıyla Angelika’nın kaynaşmaları iyi, geceleri gündüzleri bir artık. Birlikte Ankara gezileri, film seyirleri, Türk kültürünü bazen zorlansa da benimseyen Angelika’nın tatlılığı, günler geçiveriyor. Arızalar çıkmıyor değil, Peter’den gelen mektuplarda abinin mutluluğu azıcık kıskandırıyor bizimkileri, Angelika yemek yemiyor. Ne zamandır Türkiye’de olsa da Almanya’daki yaşama dair bir şeyler hatırlarsa hüzünlenecek. Buranın âdetlerini de tutmuştur gerçi, orada abiye iş yaptırıyorlar, yemek yendikten sonra tabağını mutfağa götürüyor çocuk, yıkıyor, vazifelerini yerine getiriyor. Burada hiçbir şey yapmazken orada hamaratlaşıyor, Angelika’ysa yaptığı işleri yavaş yavaş bırakarak iş yükünü anneye yıkıyor ailenin diğer üyeleri gibi. Bir yandan çekirdek ailenin gündelik yaşamına bakıyoruz, baba Mars’a giden uzay aracı hakkında bilgi almak için radyonun başına çöküyor, eve kasalarla getirdiği birayı televizyonda İstiklâl Marşı okunasıya içiyor. Anne çocuklarının başı derde girdiğinde işe yarayacak aletleri ezberlemeye çalışıyor, Angelika ve anlatıcıysa çocukluklarını yaşıyorlar. Finalde anlatıcının rüyası gerçekte de Angelika’yla vedalaşmayı içeriyor, kızın söylediği son cümle Almanca. Özüne dönüyor, bir yıl kökünü topraktan çıkarmaya yetmiyor.
“Müberra’nın Kaydetmesi” yıllar sonra geçmişe dönüş öyküsüdür, Müberra’nın hayallerinden nasıl koptuğu ele alınır. Sinema artisti olmak isteyen genç kız, anlatıcıyla arkadaşlık ettiği dönemde cıvıl cıvıldır, güzeldir, yıllar geçtikçe toplum nezdinde kabul görmesini sağlayacak bir şekilde inşa eder yaşamını da tutkusunu zehre çevirdiğini bilmez. Anlatıcı, taziye evinde Müberra’nın hayallerinden vazgeçmekle ilgili bir şey söyler, Müberra hiçbir zaman kopmadığını belirtir ve kayıtlarını izletir anlatıcıya. Parça parça videolar, hepsinde Müberra’nın bir repliği, uç uca eklenince bir kakofoni de Müberra’nın gözünde şaheser. İnsan tutkusundan ayrı düştükçe böyle kırar kafayı, hoş örnek.
“Hüküm” iyidir, “Şairle Randevu” iyidir, hemen her öyküde bir şeyler yazmaya çalışan karakterler vardır, zincirlerin şakır şukur kırıldığını veya gırç gırç esnediğini duyarız. Ramazanoğlu’ndan başka öyküler de duyarım umarım, denk geldikçe okuyacağım.
Cevap yaz