Yeşim Dorman – Merdivenaltı

Kapakta Yeşim Dorman Müderrisoğlu, içeride Yeşim Müderrisoğlu, YKY’den çıkan öykülerin kapağında Yeşim Dorman. Kafalar karışık, en çok tekrarlananı yazdım başlığa, sonra “Dorman” diye düzelttim. Hangisiyse artık. Dorman’ın TRT’de yaptığı programlara yetişemedim, oyunlarını izlemedim, aslında ömrünü tiyatroya vakfetmiş bir yazar. Oyuncu da. Lisans DTCF Tiyatro, yüksek lisans, sonra oyunlar, öyküler, sanatla dolu bir yaşam. Merdivenaltı Dorman’ın ilk öykü kitabı, 1991’de İletişim’den çıkmış, dört yıl sonra Harran’da Dolunay, 1996’da bir öykü kitabı ve bir roman, İmge’den. Uzun bir sessizlik girmiş araya, 2011’de çıkan öykü kitabı küçücük bir yayınevinden. İlk kitaptaki öyküler çıtanın ne kadar yüksekte olduğunu gösterirken son kitap neden öyledir bilmem, belki Dorman periferide yer almak istediği için. Neyse, bu kitapta uzunlu kısalı, oyunlu oyunsuz pek çok öykü var, iyi. Yazarın öykü anlayışının verdiği uçlar olumsuz eleştirilere yol açabiliyor, saçakları kesmek lazım ki öyküler aynı seviyede olsun, kitap kafa karıştırmayan tek bir sese sahip olsun. Katılmam, çeşitlilik iyidir, yazarın cüretini gösterir, hem böylesi de ahengi bozmaz. Önce uzunlardan başlayayım, “Saat 2’de Majestik’te…” adlı öykü aklıma Başar Başarır’ın bir öyküsünü getirdi, biçimin aynılığından. Başarır sürgüne gönderilmiş bir adamın 1950’li yıllarda -mıydı, 1940’ların sonu da olabilir- yazdığı mektuplarla kurmuştu öyküyü, mektupların müellifi İstanbul’da kalan gönlünü toparlamaya çalışıyor, muhatabından çok da uzağa düşmediğini göstermek için paralıyordu kendini. Dil tam o zamanların diliydi, adam hünerle yazdığı mektuplarda derin bir çaresizliği işliyordu, hikâye acı bir sonla noktalanıyordu. Aynısı, Dorman’ın öyküsünde hikâye farklı, gerçi hikâyenin anlatıcısı ve muhatabı çok büyük benzerlikler gösteriyor ama edimsel benzerlikler bunlar, geri kalanı için farklı diyelim, esinlenmeye varan bir benzerlik var. İlk mektup 27 Nisan 1947 tarihli, âşık karakter pek derinden giriyor mevzuya: “Yakin bir dostum büyük kompozitörlerin şaheser yaratabilmek için derin acılar çektiklerini söylemişti. Hatta mutlaka lazımdır acı çekmek demiştir. Ben bu sözlerde hiçbir mübalağa görmedim. Vagner… Paganini… Bethoven… Bizlere gözyaşı döktüren eserlerini inanıyorum ki mutluluk içinde yaratmamışlardır. Tanrı beni böyle bir senfoni yaratmaktan mahrum ettiğine göre çektiğim acılar, itiraf ederim ki kederler içinde ölmeme sebep olacaktır.” (s. 85) Gerçi senfoni yaratmaz da mektuplarla bir sanat eseri koyar ortaya, adam “Aziz Hanımefendi” hitabıyla seslendiği kadına aşkın verdiği tarifsiz acıdan ve mutsuzluktan bahseder. Bakışmalar buluşma tekliflerine dönüşür, kadın ne cevap yazar ne de adamın söylediği yere gelir. Bir müddet karşılıksızdır bu aşk, sonra buluştuklarını ve seviştiklerini öğreniriz, adamın sevinçten havalara uçtuğu mektuplar coşkuyla doludur. Uç bir coşku, adam gelecek planlarıyla doldurur sayfaları, kadının kendine dair hiçbir şey anlatmamasından işkillenmez, hatta kadını evine kadar takip ettiği bir gün ansızın ortaya çıkan adamdan, kadının evinde gördüğü bir başka adamdan şüphelenmez. “Aziz Hanımefendi” bir süre sonra “Ayşe”ye, daha sonra başka bir isme dönüşür, kadının farklı isimler kullanma sebebini hayra yorar. Ortaya çıkar ki kadının bambaşka bir hayatı vardır, özgürlüğü adamda bulduğunu düşünürken boğucu ilgiden bunalıp gemileri yakar, yazdığı tek mektup bir vedadır. Başarır’ın öyküsünde kadının mektubu yoktu, bu da farklara eklensin.

“Sara’nın Hikâyesi” de mektuplu öyküde olduğu gibi İstanbul’daki Rumlara yer verilen hoş bir öykü. Arka planda 6-7 Eylül’ün ayak seslerini duyarız, Sara’nın evli bir adama duyduğu aşk yüzünden yaşamının mahvolmasına şahit oluruz, üstelik âşıklarının hayatını da istemeden mahveder, hüzünlü bir öyküdür hasılı. Klasik bir anlatım, içerik zengin. Tatavla’nın meyhanelerinden Beyoğlu’nun pastanelerine gideriz, karakterlerin tutkuları öyküden taşmayacak biçimde çözümlenir. Aslında tam Demirkubuz’un kalemi, Sara’ya duyduğu aşktan ötürü mantığı tamamen yiten Enver’in çaresizliği çok tanıdık. İyi öykü. “Şapşal” da öyle, köpekli öykülerin en güzellerinden biri. Anlatıcı on sekiz yaşında bir kız, garajın kapısının önünde gördüğü köpeciği beslemeye başlıyor. Eve alamıyor ne yazık ki, kapı önünde besliyor, arada oynuyor, dost oluyorlar. Doğan’dan da yakın zamanda ayrılmış kız, adamın kıskançlığından bıktığını söylüyor arada, Şapşal’la Doğan’ı kıyasladığında Şapşal’a tam anlamıyla bağlandığını anlıyor. Birbirlerine çok benziyorlar üstelik, tüylerle saçlar eş, yüz de andırınca tamam. Kız gidip ısırmıyor birilerini tabii, Şapşal ne yazık ki ağzını tutamıyor da “televizyon reklamlarında sesini satan Devlet Tiyatroları oyuncusu bayan”ın kıçını ısırınca belediyeye şikayet ediliyor. Dorman burada kimi yeriyor acaba, neyse, kız Ankara’ya dönüp üniversiteye devam ediyor, ara tatilde İstanbul’a döndüğü zaman bakıyor ki Şapşal yok. Soruşturuyor, kimse bilmiyor. Rol de yapamıyorlar ama işin aslını öğrenemiyor kız, on yıl beklemek zorunda öğrenmek için. Bir gün annesine Şapşal’dan bahsediyor kız, annesi Latif Bey’in neden Yassıada’yı seçtiğini soruyor. Saklamışlar, kız bozmuyor annesini, işin aslını öğreniyor. Götürüp adaya bırakmışlar işte, Sivriada’daki katliamın uzantısı sanki. Eski tutku depreşince hemen askeriyeyi arıyor kız, 1976 yılının Eylül ayında köpeğinin kaybolduğunu, adaya götürülmüş olabileceğini söylüyor, Şapşal’ın eşkalini veriyor. Teğmen, binbaşı, telefonun diğer ucunda hangi rütbeli varsa deliyle konuşur gibi konuşuyorlar. Annesi kızın akıbetinin Menderes’e benzeyecekmiş gibi korkuyor da askeriyeden izin çıkmıyor tabii, bir aşk daha sessiz sedasız sonlanıyor böylece. “Yeniden Yaşamak” Nermin Hanım’ın geçmişle hesaplaşmasıdır, savruk yaşamının özetini çıkarmasıdır. Gençliğinde dünya güzelidir Nermin Hanım, hocalarını etkiler, okul çıkışlarında bekleyen Üsteğmen Nedim’in kalbine sahiptir. Yıllar sonra aynı Nedim’le paylaştığı evin nasıl kuruduğunu anlatır bir yandan, oğlu Haluk’u tanıdığını söyleyen kızın, Nazlı’nın telefonuyla hikâye geçmişe yönlenir. Nedim’e göre buluşmaya gerek yoktur, zaten yaşamaya da gerek yoktur, adam 1960’lara dair anılarını yazmaya çalışır da evden dışarı adımını atmaz, yürüyen cenazeye dönmüştür. Acının da etkisi, Nermin yıllardır rahat bir uyku uyumamıştır, Nazlı’nın ortaya çıkmasıyla azıcık rahatlar. Buluşurlar, İnsan Hakları Derneği’ne giderler. Başka acılı anneler de vardır, Nermin çocukların adını öğrendikçe Haluk’un da bilinmesini sağlar, anneler acıyı paylaşarak azaltırlar. O gece, onca yıldan sonra ilk kez rahat bir uyku çeker Nermin, yaşamının geri kalanıyla ne yapacağını bulmuştur. Evlatlarını kaybeden Kürt kadınlarıyla daha neyi paylaşabilir, ayrım tamamen kalkmıştır ortadan, acı hepsini birleştirir.

Birkaç küçürek, küçümen, küçümiks öykü. “O” için erkeğin kalıplarına sığmayı reddeden kadının öyküsü diyebiliriz, bir piyesten kesit sanki. Adam kadına ne olduğunu sayıp durur, mesela uçsuz bucaksızlık, sessiz müziği duyan biri, durgun sularda yıkanan kadın, provasız bir dram. Aklına ne gelirse yolluyor adam, kadın reddediyor, hiçbir şey değil, adamın olduğu yerde duran hantal bir eylem sadece. Mektuplu öykünün iyice sıkıştırılmış halidir bu öykü: erkeğin baskısına direnen kadın. “Meyhane Dekorasyonlarında Kullanılan Martı Dostlarımız İçin” sadece oradaki o dostlarımız için değil, her yerdeki her dostumuz içindir, mesela Küçükyalı’daki bir apartmanın önüne konmuş iki aslan heykeli konuşsa meyhanedeki martının söylediklerinden çok da farklı bir şey söylemeyecektir. Gerçi bu martı bir zamanlar yaşıyormuş, ben yine de heykelleri de bir zamanlar canlıymış gibi göreceğim. Gözlerden kurtulamazlar, bakıp göremedikleri için hissederler en fazla, isyan ederler. “Siz hiç başınızı kaldırıp bakmaz mısınız saçlarınıza değen bir kuşun kanatlarına? İçinizden biriniz, koparamaz mı şu incecik misinayı? Ey aşksızların en zavallıları, sızlamıyor mu birinizin yüreği, ben soğuk bir demir parçası gibi sallanırken?” (s. 18)

İyi öyküler, yığının içinde bulabilirsem Harran’da Dolunay‘ı da okurum hemen.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!