Şükran Kurdakul – Onların Çocukları

Sosyalist mücadelenin karşılaştığı direnci Kurdakul’un Tanığın Biri nam kitabındaki öykülerde gördük, bu kitapta aynı dönemlerde geçen bir iki öykü daha var, geri kalanı farklı zamanlara yayılmış. Mim Mim Grubu’nun Anadolu’ya geçmek isteyen vatanperver insanları kaçırma çabalarının anlatıldığı öykü “Baskından Sonra”, kötüye giden bir operasyonun öncesi ve sonrası. Birkaç bölümden biri Mehmet Bey’e ayrılmış, bu beyefendi Yusuf Süleyman’ın evine girip Salih’i ilk vapura yetiştirmeleri gerektiğini söylüyor, İngilizler kokuyu alınca Salih’in peşine düşmüşler. Yüzbaşı Yusuf Süleyman hareketin büyüklerine sorma gereğini duyuyor ama Mehmet Bey’in ısrarı düşüncesini değiştiriyor, Mim Mim’in en iyi adamlarından, istihbaratçıların şahı Canbaz Mehmet kadar başarılı Mehmet Bey, üstelemeye lüzum yok. Huriye Hanım o sırada eşini bekliyor, İngilizlerin rahat bırakmadığı aile tedirgin. Mehmet Bey, kızı Nilüfer’e Tevfik Fikret’in bir şiirini okuyor, Nilüfer’in kardeşi Ali babasının silahını çekerek düşmanlara ateş etmenin hayallerini kuruyor başka bir bölümde. Nilüfer birkaç yıl önce Türk Ocağı’nın etkinliklerine giderek Mehmet Emin’in şiirlerini dinlemiş, coşkuya kapılan salon mücadele ruhuyla dolup taşıyormuş, Nilüfer de nasiplenmiş. Arka plan karanlık, Sarıkamış, Sina, Galiçya uzakmış o zamanlar, Enver Paşa’nın emri ve Harbiye Nezareti’nin ödenekleriyle harekete geçen yazarlar kahramanlık yazıları, şiirleri döktürmüşler de yalanlarla coşan halk gerçeği görünce acı bir umutsuzluk yayılmış İstanbul’a, İngilizler botlarıyla umudu ezmişler. Başka bir bölüm, hareketin Samatya ve Kasımpaşa grubu arasındaki irtibatı sağlayan Kaymakam Ali Rıza Bey aynı akşam kahvede son havadisleri bekliyor, toplantı yerleri ve kimin ne işe tayin edildiği öğrenilecek. Doktor Galip, o da tarihten önemli bir figür, bilgileri vermek için geldiğinde hemen toplantıyı lağvediyor ve Mehmet Bey’in evinin basılacağını söylüyor o akşam. “Baskın” bölümünde Huriye Hanım’ı itiyorlar, Ali Kemal’in polisleri yüzünden Nilüfer fenalaşıyor, halasının dediğine göre babası çoktan kirişi kırmış da umutsuzluktan havale geçiriyor Nilüfer, babasının maviş gözlerinden mavi bir kuş icat ediyor, halasına mavi bir kuş görüp görmediğini soruyor, en sonunda babasının kanatlarını kırdıklarını söyleyerek inliyor ve parmağıyla gökyüzünde bir yerleri göstermeye çalışıyor. Bölümler arasındaki geçişlerden arta kalan zamanı doldurmak okura düşüyor, Nilüfer’in babasını kuşa dönüştürme biçimini takdir etmek de.

“Unutulmaz Baba Resimleri” vallahi okurun bağrına hançerdir, sallamadır yahu, Kurdakul’a aşk olsun ki bir süreliğine kapattırdı kitabı, öyle boş duvara baktırdı beni. “Kadifekale’ye en yakın sokaktaki çivit badanalı evin kapısını sessizce çektikten sonra, dingilinden kopmuş tekerlekler gibi, yokuş aşağı kendini bırakan çocuk sensin değil mi?” (s. 25) Ta kendisi, Basmahane İstasyonu’nda korka korka bilet alan çocuk. Bandırma’ya bilet alacak ama dayısı yakalamasın diye elleriyle yüzünü kapatarak vakit dolduruyor önce, bileti aldığında babasının apar topar götürüldüğü geceyi hatırlıyor. Kitaplar karmakarışık, ev baştan aşağı aranmış, on beş yaşındaki çocuk ne olup bittiğini anlamıyor. Adı Adnan. Babasının onurlu bir insan olduğunu biliyor, dayısı gibi değil, dayı bey karaborsacılara yataklık edip milleti soyup soğana çevirenlerden, babasıysa tam tersi. Adnan’ın aklında tek bir cümle: “Babam Hulûsi Deniz’le görüşmek istiyorum.” Adnan’ın aklında binlerce düşünce, annesinin yılgınlığını anlıyor, ailesinin kayıtsızlığında bir anlam buluyor, korkuyor insanlar. Adnan o güne dek hiç hissetmediği bir sorumluluk duygusuyla doluyor ve döner dönmez çalışmaya başlayacağına dair söz veriyor kendine, annesini bir daha üzmeyecek. Geride bıraktığı mektupta üzücü bir şey var mıydı mektubun kendisinden başka? Bandırma’dan vapura, İstanbul. “Vapurun Tophane rıhtımına boşalttığı kalabalığı on dakika içinde yutuveren bir İstanbul’un ortasında, elinde çanta, Askeri Hapishane’yi bulabilmek için, Harbiye’yi soran sensin değil mi?” (s. 33) Anlatıcı neden sorar, sırf oyun değildir bu, Adnan yaşamının belki de en büyük yolculuğuna çıkmıştır, babasını görebilmek için o güne dek olmadığı kadar cesur olması gerektiğini bilmekte, buna rağmen korkularıyla boğuşmaktadır, her an değişmektedir yani, değişim içindedir, bu yüzden kimliğini ikide bir sabitlemek ister. Hâlâ o çocuk mudur Adnan, odur. Babasının İzmir’de hapse atıldığını da bilir üstelik, o zamanları da şimdisine katmak zorundadır. Hapishaneye babaannesiyle birlikte gider Adnan, babasının karşı çıkmalarına rağmen babaanne dayanamamış, oğlanı yanında getirmiştir. Baba ensesinden tuttuğu çocuğu göğsüne bastırır, “Vay koç yiğit,” diyerek sever oğlunu. “Bir süre başka söz etmeden saçlarını kokladı. O ara, yağmur yemiş ağaçların altından geçerlerken, bir arkadaşı dallara vurmuş gibi, ensesinde serin damlalar duydu Adnan.” (s. 36) Vapur bahsi, İstanbul, yıl 1953, aylardan Haziran. İlk gittiği yerde babasını bulamaz Adnan, babasının “siyasi” olup olmadığını soran onbaşıya cevap verir, sonra astsubayın karşısına gelir. Telefon, çocuğa bir çay, doğru Birinci Şube’ye. Sansaryan’ın en üst katında bir oda, Patriyot Hayati’nin Demirtaş Ceyhun’a anlattığına göre yapının kabuslardan beter kısmı. Küçücük hücreler, insanlık dışı muamele, pek çok yazarın aklını şükür ki sıkı sıkı tutup çıkabildiği cehennem. Karşısına kimin çıktığı önemsiz artık, babasını görmek istediğini söylediği adam bağırır, “komünist çıkartması”dır Adnan. Bomboş bakar, sesini soluğunu çıkarmadan bakar Adnan, adam insana benzer biraz, geri adım atmaz da sakinler, çocuğu babasıyla görüştürmeye yollar. Demir kapının önünde beklerken babasının sesini duyar Adnan, çocuğu göstermeyeceklerse gidecek. Bir başkası Hulûsi’ye konuşmasını yalvarırcasına söyler, defalarca, bir başkası konuşmazsa çocuğunu göremeyeceğini söyler, sert. Adnan’da bir çatlak, sözcükler dökülür, giderek büyür, sözcükler bedenleşir, Adnan olur, hakkını arar: “Babamı görmek istiyorum, babamı!” Adnan’ın belleği yaşamı boyunca hiç eskimeyecek baba resimlerinin en güzellerini, en yiğitlerini çeker. “Sansaryan hanının kapısına indiğinde, yediği tokatlara karşın direncini ayakta tutan gücün bu resimler olduğunu biliyordu.” (s. 42) Şahane öykü, ne denir.

“Seçimden Önce”yle bitireceğim, Kurdakul’un Ege’de geçen imza öykülerinden biri. İstasyona taşan kalabalık “Baştuz Baştuz çok yaşa!” diye haykırmaktadır, koca kent günlerdir ayaktadır, DP’nin kuruluş günlerindeki hızla coşmuş, Adalet Partisi’nin camlarını titretmektedir. Yer Balıkesir, mevzu Balıkesir’in belediye başkanlarından Hüseyin Baştuz’a alkış. Tornacı Şakir bütün bunları sıkıntıyla izler, partisinin belediye seçimlerine girebilmesi için gereken altmış dört adaydan yirmi yedisi eksiktir, partisine üye olacak adayları bir türlü bulamaz Şakir. Kalabalığa biraz da öfkeyle bakmaktadır bu yüzden, posalarına kadar sıkılacak sularını neden kendi elleriyle verirler ki? Tarladan, atölyeden, ne bela yerden geldikleri bellidir, hakları uğruna mücadele eden parti de bellidir, öyleyse neden? Akıl erdiremez Şakir, halk arasındaki adıyla “Mücahit”. Dedesi Yunana karşı vuruşmuş bir vatanseverdir, adı bu yüzden Mücahit’e çıkar, kimi alayla söyler bu ismi. Şakir umursamaz da küçük oğlu Niyazi için büyük derttir bu, Şakir esnafla muhabbet ederken sayıyı yirmi altıya düşürmüştür, iyidir de yolda karşılaştığı oğlunun yüzünün düşüklüğünü anlayamaz. Oğlan söyleyip söylememekte kararsızdır, söylemez, zaten ortaya çıkacaktır bir süre sonra. Mahallenin çocukları uzaktan bağırarak taciz etmeyi bırakırlar, Niyazi’nin karşısına çıkarak komonist döllerinin yallah Moskova’ya gitmelerini söylerler. Niyazi ses çıkarmaz, birinin balgamı yanağına yapışınca korunmak için elini kaldırır, o sırada burnuna kafayı yer, tekmelenir, yumruklanır. İki gün yataktan çıkamaz, nihayet kendine gelince Şakir doktorlara gider, oğlanın konuşmaya başladığını söyler. Dönüşte karşısına çıkan iki esnafın gözlerindeki yalan ve alayı görür, geçmiş olsun dileklerini başta suratlarına tükürmeyecektir de tutamaz kendini, son sözünü sağlam yapıştırır. Anlatırken benim kalbim yandı, bunu da okur okusun da bilsin.

Kurdakul’dan yine on numara beş yıldız öyküler, ne öyküler be.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!