Sinan Sülün – Fazlalıklar

Arka kapaktaki editör fişteklemeleri üzerinden gitmek daha eğlenceli, gideyim: “Sinan Sülün, eski zamanların hikâye anlatıcılığı geleneğini farklı ve yepyeni bir anlatım diliyle yaşatıyor.” Hmm, farklılığa ve yepyeniliğe rastlamamamız bir yana, hikâye anlatıcılığı geleneğinden kasıt kıssa havalı kısa metinlerse tamam, yoksa metinlerin arasına yerleştirilmiş vecizelerin verdiği hisselerden ne hikâye ne öykü olur, zaten eski bir türü yenileyemedikten sonra o vecizelerle ne yol olur bilmem. “Öykü ve roman arasındaki sınırları zorlayan, özgün ve çarpıcı bir metin ortaya koyuyor.” Öyle bir sınırın varlığını kabul edelim, hani türcüyüz ve okuduğumuzun illa öykü veya roman olmasını istiyoruz, adı belli olacak ki ne okuduğumuzu bileceğiz ve ona göre vaziyet alacağız çünkü başka türlü okumayı bilmeyen avanaklarız, tamam, e yine romana dair ne bulabiliyoruz ki öykünün sınırını cortlatıp romana iltica etmeye çalışıyor bu metin, muamma. Çarpılmaya niyetliyseniz bu metin sizi çarpacaktır, malum, herkes okuduğu şeyi çarpılmak için okuduğu için bu günlerde, mutlaka çarpılırsınız çünkü okumak için emek harcadınız ve kötü bir metni okuduğunuzu kabul etmek istemiyorsunuz, hayır, bu siz olamazsınız, nasıl böyle bir tercihte bulunmuş olabilirsiniz, sizi edebiyat eksperleri, büyülenmek için açmıyor musunuz kitapları, okuyarak ne kadar süper bir iş yaptığınızı, iyi ki o kitabı okuyarak daha da süper bir iş yaptığınızı höykürmüyor musunuz, “Huaaa kitaap!” demiyor musunuz, nerede sıradan, aklınızın aldığı metin varsa kovalamıyor musunuz, şöyle ayaklarınızı uzatıp kafanızı yormayan bir şey okumakla gönendirmiyor musunuz kendinizi, o zaman beğenmemek gibi bir ihtimal var mı, yok, beğenmeme becerisini gösterdiniz, bunu dile getirmek yenildiğinizi gösterir çünkü kötü bir kitabı nasıl okumuş olabilirsiniz, zekânızın kıt olduğunu göstermez mi bu, oysa siz hep en iyisini seçersiniz, en niteliklisini bulursunuz, mümkün mü canım her gün özgün ve çarpıcı bir metne rastlamak, arka kapak papağanı olursunuz. Güzel, afiyet olsun. Özgünlüğün tanımı belli, bir şeyin özgün olduğu söyleniyorsa okurca belirlenmiş malum sınırların dışına çıkılmadığından emin olduğum için o metni okumuyorum ama bunu zamanında 5 TL’ye almışım sahaftan, neden okumayayım, üstelik özgün, yani yine kafa yormadan birkaç takla, hani dile yüklenmece belki, hikâyeleri fişeklemece, düğüm çözmece olabilir, epigraflar hikâyelerle şöyle ucundan ilişkili olsa yeter, sonuçta “fazlalık” Moğol Hanı Hülâgu’nun idama mahkum ettiği bir grup Kalender de olur, kurumsal yaşamda kırkını görebilmiş bir beyaz yakalı da olur. “Zarif”e bakalım, coğrafyanın önem kazandığı ilk bölümden: “Dağların göğü delen uçlarından ağır ağır ovaya inen bir sis gibi, sadece bu dünyada tek başına kalanların bilebileceği bir sessizlikle merdivenlerden indi. Paltosunun cebinden anahtarlarını çıkardı, büyükçe olanı kilide yerleştirdi, iki kez çevirdi.” (s. 13) İlk paragraf bu, ardından Zarif’in ev halleri, yeryüzündeki bir çatlaktan yükselen acıya boğulması geliyor. Camı açtığında gelen sesler siyah, kahverengi, lacivert. Oyunlardan kastım bunlar, bir daha ne zaman karşılaşacağız dağlarla veya sinesteziyle, hiçbir zaman. Ey? Ertesi gün işe gidiyor, Ece var, Ece çay içiyor, Ece tırnaklarına bakıyor, Ece burnunu karıştırıyor, daha gider böyle, Zarif’in çektiği acıdan haberi olmayan Ece neye yol açtığını bilmiyor. Zarif’e hal hatır soruyor amir, Zarif kekeliyor, kimsenin duyamayacağı kadar kısık sesle bir önceki gün annesinin öldüğünü söylüyor. Öykü kısa parçalardan oluşmuş, bazı parçalar müstakil olarak bütüne kattığından daha değerli, mesela pencerede eşiyle oğlunu bekleyen kadının fotoğraftaki anne olduğunu anlayan Zarif’in annesini makasla kesmesi, elini boşluğa götürmesi bir yokluğu anlatmakta başarılı, ardından gelen defterli bölümse bir o kadar klişe. Gazeteleri okuyor Zarif, üçüncü sayfa haberlerini kesip deftere yapıştırıyor, yakın tarihten insanlık dramlarının yanına annesi. Zarif’in toplumsal duyarlılığı müthiş, başka türlü görmesek de o defter ikna eder, karakterin üstü altı da gelir nasılsa, dolar o zemin. Ruhi öldüğünden beri defter tutuyormuş Zarif, her şeyi hatırladığı sürece yaşayacağını düşünüyor çünkü. Arkadaşının eşiyle çocuklarına bakıyor ayrıca, erzak merzak, elinden ne geliyorsa. Yaşamayı bu dayanışma zemininde sürdürürken bir bakıyor, Ece ayrılıyor işten, Zarif “seni seviyorum” diyemediği için geriye bakmayacak. Oysa bir duyguyu dile getirmekten önce tanımlamak lazım, kişinin ne hissettiğinden önce ne olduğunu bilmesi, Zarif’te bu biliş yok, “şey” olarak çağrılmış hep, kendini “şey” bildiği için sevemiyor ki başkasını sevsin. Aynadan yansıyanla bir diyaloğa giriyor, evlere şenlik. Ece’nin muazzam bir lafı var, ders adeta: “‘Sen sözcüklere bile sözünü geçiremiyordun Zarif,’ diyor Ece. ‘Kendi hikâyesinin kahramanı olamayan bir başkasının hikâyesinde nasıl yer alabilirdi?” (s. 31) Lafı keselim, tabii öyküye tepeden indiğini de unutmayalım, bir anda tek cümlelik figüre dönen Ece’ye veda edelim artık, bambaşka bir dünyaya gideceğiz şimdi: Ruhi’nin ailesini ziyaret ettiği sırada yönetmen, “Kestik!” diye bağırır, oyuncular birbirlerini kutlamaya başlarlar, meğer her şey bir dizi veya film çekimi! Zarif anlayamaz, Ruhi’nin eşinin aslında bir oyuncu olduğunu, dekorun sökülürken gökyüzünün katlanıp yere düştüğünü dehşetle fark eder. Öyle büyülü müyülü şeylerden değil bu, polisler leş kokularının yayıldığı evi bassalar geçiş bir ölçüde kabul edilebilirdi belki, maharete göre tabii, bu olmuyor da Ruhi yakın arkadaşına öldüğünü söylüyor. Zarif ölmüş, oyuncular falan bu yüzden. Süper. Arada bir iki bölüm, gerisi doldurmaca, toplumsal meseleleri yığmaca, vasatça anlatmaca. Sıkıcı yani, bunaltıcı.

“Kemal” yine bir buluşla başlar, koordinat ekseninde “-3″ün bulunduğu yerdedir anlatıcı, muhatabı Doktor dediği bir, ney, doktor. Anlatıcı kendini “fazlalık” olarak tanımlıyor, gerisi apsis ve ordinat çeşitlemeleri. Eksilerdekiler birbirlerini aşağı çekerler, yerler, söylendiği üzere artıya geçmek için sıkı çalışırlarken ayak kaydırmaya çalışırlar. “Dünya bir sahneydi, biz de bu sahnede en iyi oyunumuzu oynayacaktık.” (s. 50) Vay. O kadar boğuşurlar ki artılar bile şaşırırlar hallerine, “Bunlar ne ara ne oldular?” derler. Her şey kısadır bu öyküde, cümleler kısadır, paragraflar kısadır, seci içerecek kadar düzyazı, kafiye içerecek kadar şiirdir metin ama öyküyle şiir arasındaki sınır zorlanmaz mesela, bunun gözden kaçırılma sebebini çok merak ettim şu an. Tanrı’nın dalgınlığı olduğu söylenen tüm insanlar hikâyenin bir parçasıdır, görüldüğü üzere süslü sözler aleyk çeker durduk yere, pozlar kesilir. Böyle saçma sapan alıntılar çıkar ortaya, anlatıcı Seneca’dan üf bir cümleyi yapıştırıverir niyeyse. Çoğu şey niyeyse bu kitapta, çünkü öyle. Bu bir cevap. “Yemek” isteyenler için. Kırıntısını dahi yemeden son öyküye/parçaya geldim, en iyisine. “Hikâye Anlatıcısı” bir babayla üç oğlunun hikâyesini anlatıyor, babanın nasihatinden istifade ediyoruz ama estetik namına pek bir şey bulamıyoruz, peki. Bir hikâyede her şey olmak isteyip ağaç olan adamın ayna nöronları keşfetmesine şahit oluyoruz, yani dergâhta bir ağacın seyrinden ağaçlaşmak çıkar ama bu halk hikâyesi olarak bile başarısızdır, dilinden biçimine falso. Bir de Görünmez Kentler esintili, bol baloncuklu bir öykü var, Dr. Strange’in paralel evrenler arasında yolculuk etmesini de açıp izleyebilirsiniz, ne diyeyim.

“Hayata eksiyle başlayan insanlar” var bu öykülerde, başlangıca dair hiçbir fikir vermese de yıkık belleyin hepsini, acılara gark olmuşlar. Bu. İletişim çizgiyi hiç bozmuyor, takdire değer.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!