António Lobo Antunes – Dünyanın Sonundaki Yer

From‘daki bir karakterin söylediğine çıkar bu metin, durmadan enerji saçan bir kürenin etrafında dönen kayalık kürede canlılar yaşıyor, başlı başına mucize, mümkünlüğü bir tür arıza olarak görülebilecek kadar çoğalmış olasılıkların toplamı, buna alıştık, bu olanaksızlığı her gün deneyimlemek alışkanlık kazandırdı da düşünmüyoruz artık mucizeyi, dünya gizemini çoktan yitirmişti çünkü en büyüğü aşinalıktan başka bir şey düşündürmemeye başladı çağlar önce, nasılını bir kenara bırakıp parçalarının peşinde koşmaya başlayınca, belki de kayayı oyarak eve dönüştürünce kayanın var olma olasılığı üzerine, hayır, ontolojinin belirgin kılamadığı kadar ham bir oluştan yola çıkarak varılacak bilinç mertebesine ulaşmak bir yana, sezgilerle bile yakalanamadı bu ki sezgi de türeviydi aşinalığın, belki daha biçimsiz olanı, o yol ayrımından önce muhtemelen sahip olduğumuz, yitirdiğimiz ve yitirdiğimizin -haliyle- farkında olmadığımız oluş-özelliğinden, ilgiliyse doğrusallığın dışında bir zamansallığa ait, o, hani Antunes’in söylettiği: endişe eden ölecek, endişe etmeyen de ölecek, o zaman endişe etmeye gerek olmadığını idrak ettirecek öz, yok, anlatıcının odaksızlığa kadar gelebilmesi bile başarı, yirmi beş ayın benliğinden söküp attıkları olmasa, tetiği çekerken keyif alsa mesela, fışkıran kandan, parçalanan kafataslarından bir ölçüde tatmin olsa kişiliğinin süreğenliğini koruyacak, savaş anlatılarının klasik biçimlerinden başkasıyla karşılaşmayacaktık, oysa anlatıcının katliama aşinalığı -tartışılır, başlangıç noktası dönüşünden, Afrika’nın bir ucunda yaşamasından, dünyanın sonundaki yerden kurtuluşundan çok sonra, denebilir ki oradan hiç dönememiştir, oradan dönen bir başkasıdır- Lizbon’un, çocukluğun, gençliğin, evliliğin, ayrılığın, rastgele yaşamanın zeminini oluşturur veya parçalanmıştır ama anlatıcının yaşamını da parçalamıştır, bu yüzden hikâyesi tipik bir monadolojidir, deneyimlenenlerin ayrıklığı ve birliği eşzamanlıdır, anlatıya çocukluğundan başlaması çizgisel bir yapı oluşturduğunu göstermez çünkü modüler biçim her bölümün yerini değiştirilebilir kılar, yani son bölümü başa almak mümkündür, Salazar’ın yönetimi altında sömürgeciliğe tam gaz devam eden Portekiz’in lanetlenmesiyle çocukluktaki hayvanat bahçesi gezintileri arasında bir bağ kurmak kolaydır, temelde şeyleri anlamlı bir bütün haline getirmek değil, şeyleri dile getirmek kurar bağı, söylenebilen başka bir söylenebilene ilişir çünkü yaşam en çiğ ve kapsayıcı, “Bize somut sonuçlar gösterin, diyordu albay ve bizim gösterecek yalnızca takma bacaklarımız, tabutlarımız, sarılık, sıtma, cesetler, harap olmuş araçlarımız vardı.” (s. 97), askerî kamyonların askerlerden daha değerli görüldüğü kolonide materyal sağlam: çelik ve et, benzin ve kan, cinsel organlar, ormanlarda yaşayan ve baskınlarla Portekizli işgalcileri öldüren gerillalar, durmadan vızıldayan sinekler, bozulan midelerin bağırsaklardan saldığı fışkılar, kopuk uzuvlar, suratının yarısı ansızın yok olan arkadaşlar, aşinalığın getirdiği ıstırap, alışmanın götürdüğü insanlık, öyle ki Lizbon’da anlatıcının dönüşünü bekleyen eşin fotoğrafı soyut bir imgedir artık, fotoğraf anlatıcının elindedir ama fotoğrafın gösterdiği her anlamda gerçek dışıdır, eşiğin ne tarafında yer alacağını bilemeyen karakterler, karakter olamayacak kadar hızlı silinen ama karakter yoğunluğu taşıyan figürler izin alıp sevdiklerinin yanına döndüklerinde eylemlerinin anlamsızlığını fark ederler, dönmek yoktur, sevdikleri yoktur, sağ kalmak için Afrika’nın çıldırtıcı atmosferinde bıraktıkları yanlarında, parçalarında kalmıştır bulmak için döndükleri, bulacak yer yoktur, Zambia radyosunun sunucusu Portekizli askerlere her gün kardeşleriyle neden savaştıklarını sorarken gömülmüştür, Portekizliler aslında kendilerine karşı savaşırlar, politikacılara, kapitalizme söyleyecek sözleri varsa da onlara cephe alamazlar, onların savaşını yürütürler, onların düşmanlarını -kendi kardeşlerini- öldürürler, onların servetlerini -kendi yoksunluklarını- artırırlar, karşı çıkmaya yeltendikleri zaman omuz omza verecekleri halk, aile yoktur, Marksizm lanetlenmiştir, zaten en başta aile göndermiştir anlatıcıyı cepheye, hayal gücü gelişkin çocuğa tıp eğitimi aldırıp yallah cepheye, bir askerlik adam edebilir çocuğu, erginlik ayini olarak askerlikten daha iyisi yoktur, erkek olmak için askere gitmek, baldırıçıplakları öldürmek gerekir, ne ki anlatıcı temelli döndüğü zaman yine adam olamadığını söyleyecektir teyzeleri, yine adam olmak için ölmesi veya sakat kalması gereklidir, yüce Portekiz’in yüceliği bunu gerektirir, uğrunda ölünecek bir davadır Portekiz, yüzyıllardır sürdürdüğü bir sömürü geleneği vardır, üstelik bu kez CIA’in koltuk çıkmasıyla gemi daha da azıya alabilir ve askerlerini ezdirerek ABD’nin gönlünü hoş tutabilir, Ray-Ban gözlüklü CIA abisi Angola’dan gelen askerlerin tam bir sığıra dönüştüğünü söylerken anlatıcının öfkeden delirmemesini ne sağlamıştır bilinmez, Lizbon’a aynı kişi olarak dönmek istememek anlaşılır, kırık bedenle kopuk zihni bir yerde bırakmak lazımdır, anlatıcı da bütün yaşamına bırakır, başla sonu belirlemediği için yayar, burjuva değerlerinin Afrika’da nasıl patladığını, bürokratların cepheye gönderdiği çocukları zerre umursamadıklarını anlatır, görmüştür, şahit olmuştur, daha fazla görmemek için Angola’nın saldırıya uğramayacak barlarına takılıp rastgele ilişkiler yaşar, sarhoş olup ormana dalmadığı kalır bir, vahşi bir hayatta kalma güdüsünün esiridir bir noktadan sonra, çocuğu olduğu için izin alıp memlekete döndüğünde sevdiklerini çoktan yitirdiğini, sevme yetisinin çoktan kaybolduğunu anlar, aslında bütün hikâyeyi bir masada, muhtemelen bir kadına anlattığını bildiğimiz için bu karmaşa, ardışıklığın esamisinin okunmaması makul gelir, 1971’de anlatıcının kızı doğduğu sırada kuaförlerde kadınlar askerleri düşünmektedir, kafalarında “marslı” kasklarıyla oturup Afrika’dakilere dua etmişlerdir herhalde, kaldıysa gençlik hareketleri savaşı protesto ederlerken hükümet şehit asker eşlerine acınası maaşlar bağlar, anlatıcı evinin baş köşesinde duran madalyalı adam fotoğrafına küfür üzerine küfür eder çünkü ailesi tıpkı o madalyalı dedesi gibi olmasını ister, madalyalı adam fotoğrafına saygılarını sunar çünkü bir gün o adam kadar saygın olmak istemektedir, anlatıcı eşiğin iki tarafını da aktarır, ayda üç şişe viski istihkakından bir şişeyi içtiği gibi karıştırmaya başladığı kişisel tarihini temelli döndüğünde toparlayamayacak haldedir, anıları devamlı bir kurulma halindedir, dolayısıyla savaşın dehşetinden başka emin olduğu bir şey yoktur, geri zekâlı akademisyenlerle sıhhiye çavuşunun yan yana düşünülebildiği tek yerdir Afrika, biri diğeri ölsün diye parlak zihnini satılığa çıkarmıştır, stratejik derinlikler havalarda uçuşur, diplomatik taktikler kopuk bir bacak olarak sipere düşer, anlatıcı doktor olduğu için gördükleri her gün aynıdır, on dakika önce birlikte kahkaha attığı arkadaşının can acısından kusarken haykırmaya devam etmesini soğukkanlılıkla karşılamak, kanamayı durdurmak zorundadır, her akşam son akşam yemeğini yemediğine kendini inandırmalıdır, kaygılarını, umutlarını, insanlığını geride bırakmalıdır, sıhhiye çavuşunun sürekli siktir siktir siktir demesine alıştığı gibi dehşete de alışmalıdır, döndükten sonra anlatasıya alışmalıdır, anlatacaktır, onca yazarı boşa okumamış, onca şairin şiirini boşa ezberlememiştir gençliğinde, kalemini boşa oynatmamıştır, insanları iyileştirmek için gecesini gündüzüne katıp doktor olmuştur, ruhunu inceltmiştir, şimdi de o incecik yüzeye dünyanın yükü yüklenmiştir de taşıyacaktır, ömrünü boş bir kabuk gibi ölüme dek götüresiye, başkalarınınkiyle birlikte: “Uzun bir bıçağı sallayarak kendini ve herkesi öldürmekle tehdit eden adamın kendini kapattığı kulübeye girdiğimi ve dakikalar sonra adam terk edilmiş, biçimsiz bir bebek gibi omzumda ağlarken beraber çıktığımız gördüler. Askerler onlara eşlik etmekte, onlar için mücadele etmekte, milliyetçi söylevlerinin zehirli mermileriyle bize ateş açan Lizbon’un beyefendilerine karşı doğrudan nefretlerine katılmakta yeterli olduğumu düşünüyorlardı ve hareketsiz pasifliğimi, asılı kalmış kollarımı, mücadele ve cesaret yoksunluğumu, benim zavallı mahkûmluğu kabullenişimi mideleri bulanarak izlediler.” (s. 154),

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!