Reza’nın Ne Mutlu Mutlulara‘sı da iyiydi, mutlu olmayan karakterler mutlulukla ilgili pek bir şey düşünmüyor, yapmıyordu ama mutsuzluklarını çok iyi sergiliyorlardı. İlişkilerdeki tansiyon ansızın fırlayıp düşüyordu, bir karakter diğerini yirmi yıl sonra aynı şekilde çekip götürebiliyordu, birileri öldükten sonra geride kalanlar gözyaşı dökerken küfrü basabiliyordu ölene, ellisinden sonra araba kullanmayı öğrenmeye çalışan kadın öğrenemiyordu da gençliğinde niye öğrenmediğini eşine bağlıyordu, erkek oturduğu yerde eskiyordu, kadın erkeğe bakıp eskiyordu, kırış kırış bir ses geliyordu anlatıdan. Hüzünlüydü yani, ne mutluydu mutlulara. Burada benzer bir duyarlılık var, ayrıca bir kırılma ânının doğallığı, kırılmaya şahit olanların kafa karışıklığı, geride kalan altmış yılla ne yapacağını bilemeyen anlatıcının katil komşusuna yardım etmeye kalkması var, neredeyse mizahi bir üzüntü her şey. Arka kapakta polisiye anlatıya başvurmakla ilgili bir şeyler var ama aşırı yorum, Elisabeth Jauze’un bakış açısında polisiyeye dair hiçbir şey var olamaz çünkü Liz’in aklı karmakarışık, herhangi bir gizemi, örüntüyü kaldıracak gibi değil, yaşamının parçalarını oradan buradan toplamaya çalışırken uç bir olayın ortasında kalmış kadından çok fazla şey beklemek olur bu. Epigrafta Garry Winogrand’den bir alıntı dünyanın darmadağın, keşmekeş olduğunu, söyleyenin toplamaya çalışmadığını belirtiyor, Liz bir deniyor en azından ama başarılı olduğunu söylemek de zor. Altmış yaşın zihni çözülmeye başlarken son bir çaba, tanelerin parmak aralarından dökülüşüne umutsuz bir bakış, başka da ne olur, kumun yine dökülüşü ama saat olmak istemeyişi, Liz budur. Başta bir kitaba tutunmaya çalışır, The Americans‘ın anımsattığı gençliğinde âşık olduğu Joseph Denner’in arabasıyla çıkılan yolculuklar anılır, sonra yaşını hatırlayarak kendi kendini uyandırır Liz. “Gençtik. O günlerin geri gelmeyeceğini bilmiyorduk. Bugün altmış iki yaşındayım. Pek mutlu olduğum söylenemez; ölüm döşeğinde, o gün geldiğinde, kendime yirmi üzerinden on dört vermeyeceğim, Pierre’in iş arkadaşının dediği gibi, ‘Haydi yirmi üzerinden on dört olsun,’ demeyeceğim.” (s. 15) Liz’in eşi Pierre üniversitede matematik profesörü, analitik zekâsının gelişkinliği kadar duygusal zekâsının geriliğiyle de tanırız kendisini, pek öyle hassas biri olmadığını cinayetten sonra yaptıklarıyla daha iyi anlayacağız. Yavaş yavaş ilerleyeyim ve Liz’in zamanda geriye gidişlerini yakalamaya çalışayım. Altmış yaşına girdiği gün komşusu Jean-Lino Manoscrivi’nin davetiyle at yarışlarını izlemeye gider, güzel bir gün geçirir, o günden öncesini görürüz ilk. Lydie ve Jean-Lino yeni evlendiklerinde Pierre’le Liz ziyarete giderler, birlikte bir şeyler içerler. Başkaca bir yakınlaşma olmaz, ilişkilerinin seyri belirlenmiştir. Liz üst kat komşularını sever görünür, birlikte Lydie’nin şarkı söylediği caz kulübüne de gitmişlerdir ama odur olacağı, ilişkileri derinleşmez. Bir tek verecekleri parti için sandalye gerektiğinde evlerine çıkar Liz, Lydie’yle sohbet eder, alacağını aldıktan sonra sandalyeleri taşıyıp salona dizer. Partiden sonra yaşanacak facia dursun az, Liz’in geçmişin o noktasından bu noktasına gidip gelen zihnine çökeyim. Babasının altmış yaşında olduğunu hatırlıyor mesela, annesi de altmış yaşındaydı bir zamanlar, sıra kendisinde. Babası kadar huysuz, aksi değil, belki de Pierre’in toplamasıyla kurtulmuş o esaretten, komşular ve arkadaşlar da iyi olunca yaşamı rayına oturmuş. Liz bir biyolog, patent enstitüsünde çalışıyor, normal ve sıkıntılı bir şekilde yaşlanmış, kaçırdığı pek fazla şey olduğunu düşünmediği için huysuzlaşmamış. Jean-Lino’nun yaşlanma süreci daha dertli, lokantasını batırdıktan sonra terk eden ilk eşinin ardından Lydie’yle evlenmiş, Lydie’nin ilk evliliğinden doğan kızının oğlu Rémi’ye bakarken yediği hakaretin haddi hesabı yok. Çocuk Terminatör gibi dolanıyor, ağzına geleni söylüyor, Jean-Lino’nun sinirleri laçkalaşıyor. Fas usulü bir sandalyede oturan Jean-Lino eşinin sesini seviyor, partide keyifli gibi duruyorlar, onların parçalı zamanlarında da mutlu anılarla mutsuzlar iç içe geçmiş durumda muhtemelen, iyi kötü sürdürmüşler ilişkilerini, birkaç yıl daha bekleseler biri diğerinin ardından birkaç damla gözyaşı dökecek, diğeri de birini öbür tarafta karşılayacak veya umurunda bile olmayacak ne olduysa, yaşam ve ölüm olduğu gibi sürecek. Süreci hızlandıran nedir o zaman, Liz’in hatıralarından çekip çıkardığı detaylar cinayetle nasıl bağ kurar? Annesi on gün önce ölmüştür Liz’in, pek bir şey hissetmez, zaten derin bir ilişkileri de yoktur, birkaç önemsiz ayrıntı dışında hatırlanacak hiçbir şey bulamaz Liz. Geçmişindeki insanlar için de aynı durum geçerli, belki de ölümle öylesi bir rastlaşmanın ortaya çıkardığı anımsayıştan ibarettir yaşamı.
On sekiz kişi gelir, bekledikleri otuzdur ama birilerinin torunları, çocukları, eşleri arıza çıkarır. Pierre’le Liz’in kızı, birkaç arkadaş, Jean-Lino ve Pierre tabii, yemek yenir ve sohbetler edilir. Sanatçı bir adam davetlilerin canını sıkar, birkaç sinir bozucu muhabbet öksürüklerle sonlandırılır, çatışmalar daha çıkmadan engellenir ama Jean-Lino’nun Lydie’yi sinirlendirmesine engel olunamaz. Adam eşinin hayvan sevgisine dair komik bir anı anlatır, masadakiler güler ama Lydie alınmıştır bir kere, ona göre öyle bir ortamda anlatılacak bir anı değildir o. Gerginlik bir süre havada asılı durur, dağıldıktan sonra misafirler de birer ikişer gitmeye başlarlar. İyi bir partidir aslında, herkes keyifle ayrılmıştır evden, Liz ve Pierre biraz konuştuktan sonra uyumaya karar verirler. Kısa bir süre sonra kapı durmadan çalınır. “Biri zile basıyordu. Pierre yataktan çıktı, üstüne bir tişört ve şort geçirip bakmaya gitti. Kapı deliğinden Jean-Lino’yu tanıdı. İlk olarak aklına, su kaçağı veya benzeri bir şey geldi. Kapıyı açtı. Jean-Lino, Pierre’e baktı, ağzıyla tuhaf bir hareket yaptıktan sonra altdudağını bükerek, ‘Lydie’yi öldürdüm’ dedi. Pierre duyduklarına pek anlam veremedi. Jean-Lino’yu içeri buyur etmek için kenara çekildi. Jean-Lino içeri girdi ve kollarını iki yana sarkıtarak kapının yanında durdu. Pierre de. İkisi de evin girişinde öylece dikiliyorlardı.” (s. 62) Su kaçağı, kapıda öylece dikilmeleri, Pierre’in kenara çekilmesi ve kapıda öylece beklemeleri öyle bir ânın tam karşılığı herhalde, şahane detaylar. Liz de gelir, adamın dediklerine anlam veremez. Aşağı yukarı bir saat önce sohbet ettikleri iki insandan birinin artık yaşamadığını, diğerinin katil olduğunu aklı almaz. Pierre’in de almaz, dostane bir soru sorar gibi, “Lydie’yi mi öldürdünüz?” diye sorar. Beraber yukarı çıkarlar, katı gerçek kafalarını dolduruverir o zaman. Lydie öylece yatmaktadır, çoktan ölmüştür, Liz emin olmak için kadının bacaklarına dokunduğunda ılıklığı hisseder. Pierre adama polisi araması gerektiğini söyleyip aşağı iner ve hemen uyur, kafası bir gün için yeterince dolmuştur. Liz komşusuyla kalır, eşini neden öldürdüğünü sorar. Lydie kedileri Eduardo’yu tekmelemiştir, Jean-Lino kendini tutamamıştır ama son adımdır bu, öncesinde partide Jean-Lino’nun anlattığı hikâyeyle ilgili tartışırlar, o sıra Eduardo yaramazlık yapınca Lydie dayanamaz, sonrasında Jean-Lino da dayanamaz.
Sonrasında Lydie’nin Jean-Lino’ya bir noktaya kadar yardım etmesi var, bavul bulup cesedi içine tıkıştırmaları, bir yere atmak üzere aşağı inmeleri ve komşulardan birinin ikisini de görmesi, sonra Jean-Lino’nun karar değiştirip polisleri araması ve Liz’i kurtarmak için arkadaşının dahil olmadığı bir senaryo üzerinde uzlaşmaları, sorgulamalar, cinayet mahalindeki araştırmalar derken gergin, karakomik bir hikâye çıkıyor ortaya. Diğer yandan Liz yaşadıklarını geçmişiyle bağdaştırmayı sürdürüyor, arkadaşlarından kardeşine pek çok insanı geçiriyor aklından, yaşadığı heyecanı geçmiştekilerle birleştirmeye çalışıyor.
Şahane bir hikâye, on numara anlatım. Şiddetle tavsiye eder, okunmasını isterim. Evet.
Cevap yaz