Vlastos’un küllerini Çengelköy açıklarında denize dökmüşler. Vasiyet. Anılarının basıldığını gördükten dört yıl sonra “köy”e kavuşmuş Vlastos, doğup büyüdüğü sokaklara kırk yıl sonra temelli dönüş. Atina’da önce Yunanca yazmış, 1979’dan sonraki yenilikleri bilmediği için o yıla kadar kullandığı Türkçeyle yazmış bir de, metnin Türkçesi Yunancasından daha uzunmuş. Ömrünün hemen hemen yarısını doğup büyüdüğü Türkiye’de geçirmiş Vlastos, Ankara’da askerlik sebebiyle iki yıl, Tahtakale’yle Çengelköy arasında kim bilir kaç yıl yaşamış, 6-7 Eylül’den Kıbrıs Harekâtı’na görmediği kalmamış, en sonunda millet birbirini sokak ortasında kurşunlamaya başlayınca da göçmüş buralardan. Anlattığı kadarıyla eziyet babasıyla başlıyor, Tatavla yandığı zaman Rum evleri ortadan kalkınca semtin adı “Kurtuluş”a çevrilmiş, Mihail canını zor kurtardığı gibi ailesiyle birlikte başka semte göçerek Türkleri de mesut etmiş. Galata’da bir matbaa çırağı olarak çalışmaya başladığı zaman yediği tokatların, uğradığı haksızlıkların haddi hesabı yok, “eşşoğlueşşek” dendiğinde cinayet işlemekten korkmuştur kesin. Tahtakale’de iyi kazanmaya başlamış ama savaş çıkmış bu sefer de, askerliği dördüncü yılına yaklaşırken bir de “ihtiyat” olarak gönderilince terhisi rüyalarında görmüş anca, kazma kürek sallayıp çukur açmaya başlamış, onbaşı ve çavuşların şakalarına kulaklarını tıkamış: “Mezarları iyi kazın da girince rahat edesiniz!” Vlastos’un anlattıklarının tamamen doğru olup olmadığını bilemem, askerlerin bir ölçüde insan müsveddesi olduklarını bilirim, duyduğum, şahit olduğum bir yana, bana herkesin içinde ana avrat söven tek pırpır yetti insanımızı anlamaya, fazlasını anlatmaya gerek yok. Rumlar yine rahatmış da Yahudilerin ödü kopuyormuş o sıralar, devletin harbe girmemek için ihtiyatları yollayarak Almanların gönlünü yapacağı söyleniyormuş da Fevzi Çakmak bu planı bozmuş, İsmet Paşa onu hiçbir zaman affetmemiş bu yüzden. Vlastos’un dayısı bedelli yapmış askerliği, Harbiye’de garsonken İsmet Paşa’nın geleceği öğrenilince evine gönderilmiş, hani yanlışlıkla adını söylerler de İsmet Paşa duyar diye. Neyse, Mihail 1942’de özgürlüğüne kavuşmuş nihayet, evine dönünce annesinin öldüğünü öğrenmiş, sonra Vlastos’un annesiyle evlenip Çengelköy’e taşınmışlar, geçici olarak. 1943’te Yani doğmuş, erken yaşlarda nasıl bir insan olmaması gerektiğini öğrenmiş babasından. Pek de sevgiyle bahsetmiyor, adam çok sigara içer ve işçileriyle oğlunu çok dövermiş. Kürt Nedim varmış mesela, temiz bir delikanlı, “adam olsun diye” çat çut dövermiş onu Mihail. İşini iyi yaparmış ama, iş ahlakını oğluna bırakarak asgari derecede de olsa iyi bir miras bırakmış. Varlık Vergisi’ne toslamamış o sıralar işçi olduğu için, oysa Yani’nin kayınpederi mühürlenen dükkânına pencereden girip kendi aletlerini çalmak zorunda kalmış. Mihail’in mahallede açtığı kırtasiye iyi iş yapmış bir süre, hatta Kuleli Askeri Lisesi’nin talebeleri okuldan çıktıkları sırada mal taşınmasına denk geldikleri zaman el atıp işleri hızlandırıyorlarmış. İlginç, bir süre sonra okuldan sivil kıyafetlerle çıkıp Çengelköy’deki evleri taşlayacaklar. “Vatandaş Türkçe Konuş!” tatavası sırasında nice badire atlatacak bizimkiler, Rumca değil de Arnavutça konuştuklarını söyledikleri zaman çatık kaşları yumuşatacaklar. Anne tarafı Arnavut olduğu için Yani hemen öğrenecek o dili, Rumca zaten var, Robert Kolej’e girdiği zaman İngilizce ve Fransızca da eklenecek listeye, on numara. Başta durum şu: “Babam Arnavutça bilmediği ve öğrenemediği için evde hep Rumca konuşurduk. Babamla dışarı çıktığım ender günlerde o bana Türkçe hitap ederken ben inadına, hafif sesle de olsa, Rumca cevap verirdim. Bu baskıyı kabullenemiyordum.” (s. 40) Yıllar sonra Atina’ya göçtükleri zaman herkesin “yasaklı” dili konuştuğunu işiten küçük kızı soracak Yani’ye, ortalık yerde konuşabilir mi artık? Kızı özgürce konuşsun diye göçtüklerini anılarının en sonunda söylüyor Yani, hayatı boyunca çektiği çileyi kızının da çekmesini istemediği için.
Okul yılları, arkadaşlar, öğretmenler, Çengelköy, mahalle, ilginç insanlar arka arkaya geliyor, pek hoş bir manzara çıkıyor ortaya, ben kara noktaları anlatayım. 1950’de seçimleri kaybetmeden önce CHP’nin “Kıbrıs meselesi diye bir şey yok” açıklaması ortalığı kızıştırıyor biraz, Rumlardan alışveriş yapılmamasına dair propagandalar pörtlüyor sağda solda. Atatürk’ün evinin bombalandığı haberiyle birlikte yıllardır biriken öfke açığa çıkıyor, Yani’nin evine yağmaya başlayan taşlar cam çerçeve bırakmıyor. Her gün selamlaştıkları, muhabbet ettikleri mahalleliler saldırıyorlar evlere, sağlam eşya bırakmıyorlar. O döneme dair çok hikâye var da birkaçından bahsetmeli, mesela mahalledeki kiliseyi basanlar ikona mikona dinlemeden kırıp döküyorlar her şeyi, içlerinden biri mukaddes komünyon kabına işemeye kalkınca aralarından biri geçiriyor kafasına sopayı, bayıltıveriyor. Sopalı da Rum, Kuleli’den salınan tertipleriyle birlikte çıkmış, adı ve soyadı “gavur” izlenimi vermediği için sorun yok. Ne yapıyor, kilisedeki lambaları patlatarak kırılacak şeyleri kurtarmaya çalışıyor, işeme faslında da küt diye indiriyor sopayı. Yani’nin dediğine göre sürekli alışveriş ettikleri kasap kafasında sargılarla gezmiş birkaç gün, açıkçası herkes her şeyi biliyormuş ama olaylar bittikten sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başlamışlar. Nereden baksak şizofren bir toplum yahu, hiç değişmiyor. Karşı komşuları insan çıkıyor da Yani’yle ailesini evlerine alıp gizliyor, gerçi arada ağzından gavur mavur bir şeyler kaçarmış ama iyiymiş yine de, emanet canları koruyor. Ortalık sakinleyince hemen dönmüyorlar evlerine, Kınalıada’ya gidip bir müddet orada kalıyorlar çünkü dönecek bir ev kalmamış artık, çeteler her şeyi indirmişler aşağı. Tabii Tahtakale’de işler daha kötü, Yani’nin uzun yıllar yanında çalışacağı dayısı ciddi bir zarara uğruyor, oyuncak dükkânında sağlam oyuncak arıyorlar ama bulamıyorlar. Özel yapım birkaç sopa buluyorlar onun yerine, belli ki olaylar önceden planlanmış da sopalar yaptırılmış. O sıra Robert Kolej’e başlayacak Yani, Mihail oğlunu ezdirmemek için kaydını sildirince isyan çıkıyor evde, Yani zar zor tekrar yazdırılıyor ama orada da sorun var, altı arkadaşıyla birlikte okula gidiş gelişini sağlayan araba bir gün geç geliyor, geldiği zaman Yani bakıyor ki kendisinden sonra binmesi gerekenler de arabada, yüzleri asık. Kıbrıslı arkadaşı durumu açıklamış yıllar sonra, Rumlar o gün Kıbrıs’ta beş Türk’ü öldürdükleri için arkadaşları Yani’yi aralarına almamaya karar vermişler ama yol boyunca tartışmışlar sonra, mantıkları üstün çıkmış da yarı yoldan dönmüşler belki. Kim o Kıbrıslı arkadaş, Zeki Alasya. Mevzu bir daha açılmamış, Yani diğer pek çok şeyin üzerini örttüğü gibi bunu da mesele yapmamış. Mesele yapmaya yapmaya göçmüş zaten, bir yerde pes etmiş. İyi dayanmış ama, maruz kaldığı onca zalimlik çok daha önceden göçürebilirmiş. Askerlik anılarına pek girmeyeceğim, Yani’nin “insan” dediği üç kişiden biriyle askerde karşılaşmış ama pek huzurlu değilmiş orada da, başına her an bir iş gelmesinden korkmuş. Gruplaşmalar olmasın diye gayrimüslimlerin arasına karışmadığını söylüyor mesela, tedbir. “Yeni Bulaştı” diye isim koymuşlar adama, daha ne olsun Yani. Yakınlarından da pek bir candanlık gördüğü söylenemez, kendi ailesini kurduğu zaman tam anlamıyla mutlu olmuş gibi geliyor bana. “Etrafımdakilere yaşarken iyi davranmaya çalıştım, mezarlarını ziyaret etmek hiçbir zaman içimden gelmiyor, ama onları her hatırladığımda bunu onlar için mevlit kabul ediyorum.” (s. 247)
1970’lerden sonrası ayrı bir hikâye, dayısıyla birlikte çalışan Yani’nin polislerle, müşterilerle, kabadayılarla yaşadıkları film olur. Hüzünlü, komik bir film. Anılar bu ikisinden ibaret.
Cevap yaz