Francis Marion-Crawford – 1890’larda İstanbul

Amerikalı meşhur yazar Marion-Crawford dönemin popüler dergilerinden birinde iki bölüm halinde yayımladığı metnini 1895’te kitaplaştırır, İstanbul’un klişelerden uzak ahvalini Batı alemine anlatırken mistik kustik işlere girişmez, gördüğü neyse gerçekçi bir şekilde yansıtır. Edwin Lord Weeks’in çizimleriyle bezenen metin 19. yüzyılın sonundan manzaralar sunar, çizimler o kadar başarılıdır ki yazılanlar resimlerde canlanır adeta. Marion-Crawford aynı gerçekçilikle doğup büyüdüğü İtalya’nın mafyatik ailelerini kaleme almış, mafya olgusunun Batı edebiyatına girişini sağlamıştır. Editör Emre Yalçın’ın pek aydınlatıcı yazısından çarpıyorum bunları, yazarla çizerin niyetini dile getirdiği şu bölümü aktarmak isterim: “Her ikisi de yabancısı oldukları kültürlerde yaşama, insanlarla yakınlaşma, gördüklerini tarihsel perspektife yerleştirme, dinledikleri hikâyeleri süzgeçten geçirerek kurgulanmış kısımları ayıklama ve izlenimlerini epeyce objektif biçimde yansıtma konusunda çağdaşlarından epeyce öndeydi.” (s. 9) Gündelik yaşamdan kesitler sunuyorlar, mahaller hakkında gözlemlerini aktarıyorlar, en önemlisi de abartıya kaçmıyorlar. “Saltanat Şehri” adlı ilk bölümde İstanbul’un Fethi’ne kısa bir değini, ardından iddialara cevap: Marion-Crawford kaynaklarını belirtmiyor ama Ayasofya’nın ele geçirildiği sırada katliam yapıldığına dair söylemlerin asla kabul edilmediğini, orada toplanan Hıristiyanların kan dökülmeden esir alındığını söylüyor. “O günden bu güne Konstantiniye’de Hıristiyan veya Yahudilere hiçbir şekilde zulüm veya eziyet yapılmadığına inanıyorum.” (s. 7) “Konstantiniye” şehrin tamamı, “İstanbul”sa Suriçi için kullanılmış, belirtmeli. Yazara göre Galata ve Üsküdar’ı bir arada düşününce Hıristiyan nüfusun daha kalabalık olduğu söylenebilir, bunun en büyük sebebi Türklerin yeteri kadar takdir edilmeyen hoşgörü geleneği. Eh, kiliselerdeki ikonaların üzeri kapatılmış, çan seslerinin yerini müezzinin çağrısı almış olabilir ama belki de süreci tersine çevirecek bir fatih doğmuştur, tahmin. “Her Milletten İnsan, Doludizgin Bir Hayat” çeşitlilik üzerine. Bitmek tükenmek bilmez bir canlılığı var Konstantiniye’nin, “hasta adam” tabiri doğru değil bu açıdan. “Pek çok kozmopolit başkentte görmeye alışık olduğumuz gibi hâkim bir tip veya renk yoktur.” (s. 10) Türkleri bir millet olarak mı yoksa İslam’ın müşterek bağıyla bir araya gelmiş bir farklı ırklar topluluğu olarak mı görmesi gerektiğini bilemiyor yazar, camilerde her ırktan insanın bir arada ibadeti yerine getirdiğini görünce kafalar karışmış. Bunun yanında gerçek Türk’e koşulsuz güvenebileceğini söylüyor, diğer milletler kendilerini Türk olarak gösterip alavereye başvurdukları için Türklerin adı kötüye çıkmışsa da Türk aslında güzel nitelikli, dünyanın en üstün ırklarından biri. Saf azıcık da, kandırılması kolay, bu yüzden fırsatçılar hemen ülkeye doluşarak sömürmeye başlıyorlar. “Pera’nın en yüksek tepesinden, İstanbul’un Yedikule ve Edirnekapı taraflarındaki en ücra köşelerine kadar her semte yayılmış olan Rum ve Ermeni kalabalığı Türk’ü soymuyorsa neyle yaşıyor, neyle besleniyor ve neyle zenginliyor?” (s. 12)

Galata Köprüsü’nde anlatı zenginleşiyor hemen, rengârenk kaos. Yazarın hesaplarına göre köprüden her gün 28 bin kişi geçiyor, iskelelere ulaşmak için köprü geçiş ücreti ödeyen yolcular dahil. Göze ilk olarak fesin egemenliği çarpıyor, “tepesi budanmış parlak kırmızı yüzlerce küçük huni” oradan oraya koşturuyor, kalkıp iniyor, oradan oraya mekik dokuyor. Sarıklar yeşil veya beyaz, ulema tayfa iş üstünde. Mollalar sallana sallana yürüyorlar, hareketleri pek zarif. Kadınlar peçe kullanmıyorlarmış o dönem, o peçede gizemli bir şeyler varmış da görülmeyenin uyandırdığı hayaller kaybolmuş bu yüzden. Fesiyle caka satan bir askerî okul öğrencisi, Afrikalı bir hizmetkâr, muhteşem bir konak arabasının tangırtısı, sefil dilencilerin yalvarışları, köprüde curcuna. “Bu köprünün San Fransisco’dan Pekin’e bütün dünyada bir benzeri yok, öylesine göz kamaştırıcı, hayat dolu, üzerindeki kalabalığın her bir parçası diğerinden öylesine farklı, öylesine sıra dışı ve büyüleyici ki!” (s. 21) Az öteye, saraya geldiğimizde onun hikâyesi için ayrı bir bölüm var ama şunu söyleyip geçeceğim, deniz kenarındaki dar bir kapıdan atılan cesetlere dair hikâye uydurmaymış Marion-Crawford’a göre, Hıristiyanların kendi anlattıkları da bu hikâyeleri desteklemiyormuş. Cariyelerin öldürülüp atıldığına dair söylentiler varmış, onlar da doğru değilmiş. Haydi bakalım.

“Su Üstünden İstanbul”. Kayık konusu belirsiz, gondola çok benzediği için hangisinin hangisinden aparma olduğunu bilemiyor yazar ama sonradan icat değildir herhalde, çok yakın coğrafyalarda birbirine benzeyen ulaşım aygıtlarının esinlenmeden geliştirilmesi de mümkün. Neyse, kürekçilerin işi zor çünkü akıntılar tehlike yaratıyor, bir de suyun hemen her yerinde tekne trafiği görülebiliyormuş, bodoslamadan gümbürdememek için kayıkçıların usta olmaları lazım. Saraya ait köşke yaklaştıkça kemancılar ve kavalcılar akşamı müzikle doldururlarmış, “Dondurmam kaymak!” diye bağırıp duran dondurmacıların sesine karışırmış bu müzik sesleri, çadırlarda ve barakalarda şerbet veya kahve içilebilirmiş. Sokaklara gelelim, iş yerleri ve resmi binaların bulunmadığı semtler dışında Konstantiniye dünyanın en sakin şehirlerinden biriymiş. Şehir merkezinden batıya doğru gidildiğinde daha az sayıda kadına rastlanırmış ve peçeler yüzleri daha sıkı örtermiş. Eh, evleri ve ev yaşantısını gördüğü kadarıyla anlatıyor yazar, geçiyorum. Mezar taşlarına hayranlıkla yaklaştığını anlayabiliriz, uzun uzun malumat veriyor. Doğu’nun terbiye kurallarından da bahsediyor, örneğin selamlığın ötesine dair bir şey söylemeyi akla bile getirmemek gerek. “Türk erkeğinin gündüz evinin dışındaki hayatı tamamıyla erkekler arasında geçer ve ailesindeki kadınlardan herhangi biriyle birlikte görünmekten hoşlanmaz. Asya yakasında birkaç kez arabasında peçeli bir hanım olan Türk görmüştüm ama İstanbul yakasında asla.” (s. 48) Ekmek, pide ve peksimet satan dükkânların önü hep kalabalıktır, şerbetin tadı şahanedir, pilav yahut kabak ve sebze dolmaları satan lokantalarda karın bir güzel doyurulabilir. “Şişman ve pembe yanaklı bir Türk” dünyanın en güzel kebabını yapıyormuş, ana caddelerden birine yakın küçük bir meydandaymış yeri. İşte böyle şeyler deli ediyor beni, kim bu adam yani? Dönemin gazetelerinde adı geçmiş midir, ünlü bir muharrir bu adamın kebabından yiyip bir koşu gazeteye giderek övgü dolu bir yazı yazmış mıdır, neler olmuştur, bu kebapçı Marion-Crawford’a göre dünyanın en iyi kebapçısı olduğunu öğrenebilmiş midir? Sorular. Neyse, pilav da çok iyiymiş ama en iyisi İran pilavıymış yine de. Lokantalarda yemek verilirmiş ama içecek yokmuş, onu bir sakadan veya şerbetçiden temin etmek gerekiyormuş. Uygarlığın iyi bir noktada olduğunu yemekle birlikte çatal ve bıçak verilmesine bağlıyor yazar, İran’da bir parça mayalı ekmek dışında bir şey verilmezmiş. Eh, yazar da öylesini seviyormuş çünkü malzemelerin iyi yıkanıp yıkanmadığını bilemezmiş ama başkasının diş fırçasını kullanmaktan çekinip başkasının kullandığı çataldan çekinmezmişiz mesela, o zaman hey dostum, neymiş bütün bunlar böyle? Bu ne saçmalıkmış, kebabı gömmek, şerbeti hüpletmek lazımmış. Hay yaşa Marion-Crawford, kebap yersem seni hatırlayacağım ama onun da fiyatı fişek artık, bir daha ne zaman kebap yerim bilmem. Evet.

Son olarak Pera ve Galata kıyasından bahsedeyim, Pera’da Avrupa sefaretlerinin kışlık ikametgâhları var, başarılı Levanten sermaye sahipleri de burada, perişan mahallelerin arasında muhteşem sarayla yükseliyor, aristokratik bir semt. Galata için yazılanı alıntılamam lazım: “Galata’ya gelince dünyanın en aşağılık insanlarının mayalandığı bir fıçı adeta. Kasımpaşa’dan Tophane’ye kadar deniz kıyısında bir araya toplanmış bu güruhun bir benzerinin yeryüzünün başka herhangi bir şehrinde bulunabileceği şüpheli. Kriminal fizyonomi öğrencileri için gerçekten ilginç bir bölge çünkü burada ‘medeni kriminal sınıflar’ diye adlandırılabilecek insan türünün en aşağılık örnekleri yaşıyor.” (s. 70) Altı yıldır Şişhane’de çalışıyorum, gerçekten de gül bahçesi değil ama yazarı bu kadar yükselten meseleyi merak ettim açıkçası, kendisi değinmiyor. Kahvelerden, serseri tayfadan bahsediyor, o kadar. Yoksa namlı kabadayıların yedikleri herzeleri biliyoruz da biraz detaylandırmasını bekledim yazarın, olmadı.

Çat çat anlatıyor Marion-Crawford, meraklıları kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!