Çin’de elini sallayan mitolojik, fantastik hayvana çarpar, şöyle bir bakayım dediğimde aklım gitmişti. Kuşlar yeter, çift başlısı var, kuyruğundan buz parçaları dökülen var, hele iki tanesi var ki ömürdür. Aslında bir. Kuş diyelim, normal, ortadan ikiye ayrılmış. İkisi farklı kuş ama, tek kanatla uçup birbirini bulmaya çalışan iki kuş. Bulduklarında daha iyi uçmalarının yanında tamamlanıyorlar asıl, öyle bir bütünleşme, öyle bir mutluluk. İdeogramı düşünüyorum, bu kuşun adıyla “aşk” arasında sesletimli, biçimli, anlamlı bir benzerlik mutlaka vardır. “Elma” gibi sesletilen bir bayram mesela, adından ötürü insanlar o bayramlarda birbirlerine elma veriyorlar. Ge hassas bu konuda, ele aldığı toplumun ortak noktalarından birinin dil olduğunu bu tür örneklerle gösteriyor. Göstermeli, yarattığı dünyanın bir arada durabilmesi, insanların olağanüstüyle birlikte yaşayabilmesi için birkaç somut temele ihtiyaç var. Mevzuyla ilgili en kısa ve düz âlâ yorum Borges’indir herhalde, Konuk Kaplan‘a yazdığı önsözden: “Sağduyu sahibi Konfüçyüs Konuşmalar adlı kitabında tinsel yaratıklara saygı duymamız gerektiğini söyler, hemen ardından da onlarla aramıza mesafe koymamızın iyi olacağını ekler. Taoizm ve Budizm söylenceleri, bu bin yıllık öğretiyi yumuşatmışlardır. Bugüne dek yeryüzünde Çin kadar batıl inançları güçlü bir başka ülke daha var olmamıştır. Çin’de yazılan gerçekçi ve epey uzun romanlar -aşağıda değineceğimiz Hong Lou Meng (Kırmızı Köşk Düşleri) gibi- özellikle gerçekçi oldukları için doğaüstü olaylarla doludur; çünkü bu ülkede olağanüstü olaylar imkânsız ya da gerçekdışı gibi algılanmazlar.” (s. 5) Mesela postmodernizmden bahsedilmiş bu romanın tanıtım metinlerinde, gerçekliğin böylesi özgül olduğu bir coğrafyaya Batı’dan bakınca postmodern gibi görünen anlatı aslında son derece geleneksel, canavarlarla birlikte yaşayan insanları görünce postmoderni yapıştırmamak lazım. Çinliler Yu Hua, Yan Lianke gibi yazarların gerçekçiliğini nasıl değerlendiriyorlar, kıyaslı birkaç inceleme varsa kurcalamalı. Dil dedik, anlatıdaki somut noktalara bakınca Yunus Bar’ın isimsiz anlatıcı (bundan sonra İA) için liman gibi bir işleve sahip olduğunu söyleyebiliriz. İA duygu emaresi gösterir elbet, insandır, yeri gelir ağlar, sıklıkla sarhoş olur ve kusar, arkadaşları vardır, üniversiteden hocasıyla sık sık konuşur ve canavarlar hakkında malumat alır ki esas hikâyenin oluşumunda da diyaloglarının garipliğinden bir şeyler buluruz. Nedir, kısa paragraflar halinde kurduğu metninin berraklığını kasten engeller Ge, konudan konuya atlar, duygudan duyguya sıçrar, İA’yı belirginlikten uzak, gizemlerle dolu bir dünyaya yerleştirir. Yongan’da gündelik hayat olağan akışındadır, insanlarla canavarlar arasında ilişkiler o kadar sıradanlaşmıştır ki karakterlerin çoğu tepkisi öylesi bir deneyimi doğrudan yansıtır, haliyle okurun o şehirde var olması zorlaşır. İA’nın peşinden gideriz, kendisi zooloji eğitimi almış bir yazardır, canavarlarla ilgili hikâyelerine dünya para ödeyen patronunu mutlu etmeye çalışmakta, hocasının yönlendirmeleriyle canavarlar hakkında bilgi toplamaktadır. İlişkiler de en az o atmosfer kadar gariptir, hocayla İA sık sık bir araya gelmekten bahsederler ama buluşamazlar hiç, hoca sık sık sinirlenir ve İA’ya hakaret ettiği de olur ama gücenmez İA. Geçmişlerine dair sadece temel bilgileri verdiği için nasıl bir ilişkileri olduğunu tam anlamıyla çözemeyiz, hocanın yolladığı öğrenciyle hemen samimi bir ilişki kurmasının gerekçesini de çözemeyiz, kısacası Ge bize makul, mantıklı dünyamızı terk edip kendi ortamına uyum sağlamamızı söyler. Böylesinin benzeri bir de Antoine Volodine’in Melekler Gezegeni nam metninde vardı, o numunelik ortama girebilmek tam bir kafa işi. Kerteriz noktası olması için bilgi verilmiyor değil, Yongan’ın geçmişine dair birkaç şey var. Göçlerden sonra oluşan bir şehir, “Kurbanlık Canavar”da gördüğümüz üzere kurbanlık canavar araştırma üssü var ki buraya her yıl birçok bilim insanı geliyor, araştırmalar yapıp bu canavarların doğalarını inceliyor, şehir için iyi bir gelir kaynağı. Her bölümde bir canavar inceleniyor, şehrin bir katmanı ve karakterlerin çeşitli özellikleri ortaya çıkıyor ve esas hikâye ilerliyor, İA’nın canavar peşindeyken gerçek kimliğini bulduğu hikâye. Şehrin altında yer alan ölüler şehrini son bölüme kadar bilmiyoruz mesela, İA’yla hocası arasındaki yakınlığın sebebi de sonlara kadar gizem perdesiyle çevrili, bu kez kendimi tutayım da spoiler vermeyeyim.
İki bölümü incelemeden önce anlatım tekniklerine değinmeli, postmodern derken belki bunlardan bahsediliyordur. Bir bölümde İA’nın canavarla ilgili yazdıklarını görürüz, hocanın öğrencisi de yanındadır ve yazılanları okur, metinle ilgili yorumlarını bir üst katmanda görürüz. Üstkurmaca var, başka da bu kadar belirgin bir numara yok herhalde. Çatışan gerçeklikler yok, anlatıcı değişmiyor, şaşırtıcı bir dünya var sadece. Kurbanlık canavarın olduğu bölümün başında bu canavarla ilgili ansiklopedik bilgiler yer alıyor, aslında canavarların tümüyle ilgili bilgiler bölümün başında ve sonunda var. Örnek: “Kurbanlık canavarlar melankolik bir yapıya sahiptirler, yüksekten ve soğuktan hoşlanırlar. Eskiden yüksek dağlık alanlarda görülürlerdi. Boyları uzun, tenleri siyahtır. Gözleri biraz mavimsi, dudakları ve kulak memeleri ince, uzun, ayrıca tırtıklıdır. Bunlar dışında geri kalan yanlarıyla insanlardan farksızdırlar.” (s. 60) Fiziksel farklılıklara hemen hiç değinmez İA, ayrıksılıklarını ifade etmez, birkaç yerde değindiği gibi o kadar iç içe geçmişlerdir ki onlara da insan gibi davranır, hatta bazı insanların canavardan daha canavar ve canavarların insandan daha insan olduğunu söyler. Bireysel ilişkilerde ortaya çıkmayan ayrım kitleler söz konusu olduğunda direkt belirir, toplumsal histeri gibi şeyler yaşanmaz da insanın canavara muamelesinin farklılaştığı noktalar ortaya çıkar. Kitabın son iki bölümü bir hayvanat bahçesinin yıkılışı ve baştan kuruluşuyla ilgilidir mesela, esas kız bizim İA’ya benzese de emin olmak zor, o bölümlerde canavarların kafeslere kapatılıp unutulmalarının ve varlıklarına ihtiyaç duyulunca tekrar inşa faaliyetlerinin başlamasının hikâyeleri anlatılır. Kurbanlığa dönelim, bu kendini yaralayan ve öldüren bir canavardır, ölümü mutsuzluğa yol açar ve doğumu şenliktir. İA’nın yeğeni Luija kurbanlık araştırma binasına gidip yeni doğan bir canavarı teyzesiyle birlikte görmek ister, ölüme dair konuşmalarından hikâyenin neye evrileceğini anlarız. Kendimi cortlattım bu arada, toplumsal histeri yaşanıyor, bu canavarlar kendilerini türlü şekillerde öldürdükleri ve insanlar bu ölümleri türlü biçimde rahatça gözleyebildiği için binalardan aşağı atlayanlar, boğazlarını kesenler, kalplerini bıçakla oyanlar çoğalıyor, trend intiharken moda dergilerinde yer alan bilgilerin pek bir halta yaramayacağından bahsediyor İA, böyle matraklıkları var. İki canavar gözetimden kaçtığı zaman tam olarak neyden kaçtıklarını öğreneceğiz, ölümden belki, insandan, İA ne düşünürse. Güzeldir, her bölümün canavarıyla İA’yı özdeşleştireceğimiz parçalar buluruz ki bu özdeşleştirmenin esas hikâyeyle ilgisi vardır. Kurbanlıklarla, bir o kadar da İA’yla ilgili şu bölüm misal: “Bırak gitsin akışına dediğinde hayatı, bırakır gidersin bir şekilde ve hayatının senin üzerinde biraz baskın olduğu zamanlar onu yok etmek istersin, yok etmek istersin onu ve tıpkı bir oyun gibi yaşanır her şey, ancak o zamanlar neşe dolarsın, ve öyle zamanlarda mutlu hissedersin kendini.” (s. 69) Ruh kaçızlığı bilmiyorum, bakayım, dokuz canavar var, bir o kadar eş ruhluluk demek bu. Binlerce yıllık kültürel ve biyolojik evrim araya mesafe koyamıyor, canavarlık sadece isim farklılığı.
Okunası. Bir de son okuması. Bir son okumak lazım şöyle mühim metinleri, o hatalar ne öyle.
Cevap yaz