“Bu kitabın asıl amacı, objeleri onlara değer ve itibar sağlayan bağlamdan uzaklaştırmak ve bunun anlam ve anlamlandırma bakımından onları nasıl etkilediğini görmektir. (Tersine işleyen bir tür Duchamp prosedürü.)” (s. 151) Aslında paralellik de var, bir dişin işlevselliğinin dışında değer kazanmasıyla bir pisuvarın sanat eseri niteliği kazanmasını nesnenin gösterilme biçimine bağlayalım, sav ve hikâye arasındaki benzerlik ortaya çıkar. Bir nesne, hikâyesi veya sunumu kadar değerlidir, bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra patlayan sanat eseri sahtekârlıklarının ürünleri uzmanlarca tespit edilene kadar uçuk fiyatlara satılmış, dalavere ortaya çıkınca değerini bir anda kaybetmiştir. “Picasso’dan daha Picasso” bir resim Picasso’nun elinden çıkmamışsa daha az Picasso değildir ama öyledir, uzlaşılan hikâyenin ardılı veya parçası değilse kıymet taşımaz. Hikâyenin muteberliği, ikna ediciliği aynı ölçüde önemli olsa da eserle birlikte yok olur. Bilmem, ben eserlerden ziyade hikâyelerin izinden gitmeyi tercih ettim metinde. Eserin, antikanın, zamanın ederi etiketlere yazılır, değişimlere göre etiketler değişir bir, eser yine ortadadır ama hikâye ya vardır ya yok, dayandığı gerçek çürükse ilk kaybolacak olan hikâyedir. Belki de bu yüzden Otoban’ın kendi ağzından anlattığı hikâyesi baştadır, eseri ilk olarak hikâye öne çıkardığı için. Eserleri. Satılan dişler, hikâyeler, eşyalar bir hikâyeye ihtiyaç duyuyorsa Otoban’ın kendi hikâyesidir bu, elimizdeki metnin değerini başlı başına Otoban belirler. Perec’in Harikalar Odası‘ndaki eserler için de aynısı geçerli: kıymetle örüntünün, anlatının birbirini belirleyen, iç içe geçmiş yapısı. Yoksa nedir ki Otoban’ın akrabalarının edebiyat tarihindeki mühim yazarlardan mülhemliği, sattığı eserlerin tarihçelerini verirken Otoban’ın Meksika’daki insanlık dışı olaylara şöyle bir değinip geçmesi, Marilyn Monroe’nun dişlerini ağzına çaktırması, salt pazarlama stratejisi mi? Sahaftan 8 TL’ye almışım bunu, Otoban’ın/Luiselli’nin/metnin/edebiyatın/sermayenin işini iyi yapıp yapmadığını kalem kalem çıkaracaklara iş düşüyor.
Gösterge, gösterilen, nesne, ad, birtakım malumat var bölüm aralarında, bu metin işçilere yazıldığı ve işçilerin bunlarla ilgili bilgi sahibi olmadıkları için lüzumlu, sıradan okur için de lüzumlu, az biraz donanımlı okur için lüzumsuz. Alıntıları Perec yapmış olsaydı saygımın bir parçasını yitirirdim ama metnin hikâyesi gerekli kılıyor bu vecizeleri, anlaşılır. İşçilerin akıllarındaki temel soru sanat eserlerinin nasıl değer kazandığıymış, biraz didaktizm iş görmüştür. İşte, Gustavo Sánchez Sánchez, herkesin Otoban olarak bildiği bir anlatıcı ilk bölümde giriş-gelişme-sonuç yapısına bağlı kalarak otobiyografik bir anlatı kuruyor. İki kadeh rom içtikten sonra Janis Joplin taklidi yapabilir, Japonca sekize kadar sayabilir, tıpkı Kristof Kolomb gibi bir yumurtayı masanın üstünde dikine durdurabilir. Bunları ve diğer tuhaflıkları hikâyenin süsü olarak görelim, gerçi Otoban’ın dünyası da tuhaflığa çark edebilir her an. Çocukken dersleri iyidir, ailesiyle taşındıkları yerde Cortázar’ın papağanı düşer bahtlarına, oradan buradan fırlayan yazarlara değinmiştim. Papağana değinmemiştim, değindim. Tırnaklara şimdi değiniyorum ve değinmediklerimden, Luiselli’nin de değinmediklerinden ayrı bir metin çıkabileceğini söylüyorum, söyledim. Yuvarlakları söylemedim ve tırnaklara değinmedim, söylüyorum ve değiniyorum: Otoban’ın babası değişik bir maddedir, pis tırnaklarını dişleriyle koparıp tükürür, Otoban’ın ödev yaptığı defterin üzerine. Otoban o tırnakları yuvarlak içine alarak yazılarını güvenceye alır, temiz tutar. Ailesinden yana şansı yoktur yani, bir süre sonra babası ölecektir, annesi de ölecektir ama kendisinin ölümüne vardır daha, sonuçta öldüğü zaman anlattığı hikâyenin daha bir değerleneceğini biliyoruz. Meşhur olmak için ölmeyi bekleyen, naçar bir yazarı hayal ediniz, Otoban’la alakası olmayacaktır. Bir gazete bayiinde on sekiz yıl çalışır Otoban, ardından koleksiyoncu, açık artırmacı birinin yanında işi öğrenir, bir dünya kursa gider, en sonunda burs alarak ABD’deki bir kurumdan antikacılık eğitimi alır ve memleketine döndüğü zaman hemen işe girişir. Üç şeye öncelik verir, ilki işe girişmek zaten, ikincisi evlenmek ve üçüncüsü de savaştan yeni çıkmış gibi duran ağzındaki tek tük dişlerin yerine yenilerini taktırmak ki bu işi bir yazarın yaptığını duyunca özenip paçaları sıvar, tek bir kitapla bir ağzın işi hallediliyorsa daha iyisini yazıp daha iyi bir ağız, diş kümesi edinecektir. Eşi Sıska’nın ve oğlu Siddhartha’nın ortadan kaybolmalarıyla işi kolaylaşır, müzayedeleri gezip sermaye toplamaya başlar. O sıra rastlar Marilyn Monroe’nun dişlerine, hemen satın alır ve kendi ağzına kaktırır. Tabii o dişlerin Marilyn Monroe’ya ait olduğunu nereden bilir, muamma, Monroe deli gibi sigara içtiği için kararmış, kararmadığı yerlerde sararmış dişleri mantığa sığar da hemen her insanın içtiği sigara nasıl bir sigortaya dönüşür, Otoban aslında aptal veya iş bilmez midir, okurun takdiridir. Midir? Pek güvenmemeliyiz Otoban’a, yaptığı bazı şeylerin gerekçelerini uydurabilir, öyle olan şeylerin aslında böyle olduğunu söyleyebilir, yalancı değildir de bir hikâye anlatmaktadır işte, The Fabelmans‘ta dendiği gibi. “Bendeki şans kimsede yoktu doğrusu, hayatım bir şiirdi resmen ve günün birinde muhakkak birisi dişlerimin otobiyografisini yazacaktı, hiç şüphem yoktu buna. Hikâyenin sonu.” (s. 30) Dişlerin otobiyografisi elbet yazılır, Babamın Otobiyografisi böyle bir çabanın mümkün olduğunu gösterdikten sonra kendi biyografisini yazacak kişiler de çıkar, ne ki Otoban bunun için bir hayalet yazar tutacaktır. Önce dişleri okutması lazım, bir kilisenin aracılığıyla, “gerçeğin sınırlarını zarifçe aşarak” belirleyeceği tutarın küçük bir kısmı cebine girecektir, kilisenin kazancını aklı almaz ama önemli değildir, kendi cebine girecek para yeter. Siddhartha’nın da müzayedeye geleceğini öğrenir Otoban, oğlu müzayede dünyasına yeni girmiştir ve uzun süredir görmediği babasına çelme takacaktır muhtemelen. Mevzu başlar, Otoban her bir diş için uydurduğu ilginç hikâyeleri üfürmeye başlar: İlk diş Platon’un aşkın dünyasını yansıtmayan sıradan bir diş gibi görünse de Platon’un dişidir, iyi bir paraya gider. İkinci diş Augustinus’undur, meşhur düşünür doğru yolu bulduktan sonra dişin değeri kendiliğinden artmıştır tabii. Günümüze doğru yaklaşır Otoban, Borges’in dişine verilen azıcık paraya üzülür, diğerlerinden voliyi vurur. En sonunda kendini, dişlerini ortaya koyar, daha doğrusu Marilyn Monroe’nun dişlerini. Başlarda bahsettiğim alengire çıkıyoruz, Monroe’nun dişleri bir başka ağza ait olsa bile Monroe’nun dişleri midir? Borges’inkiler 2500 papele gider, Monroe’nunkiler 100 papele, cevap bu. Siddhartha almıştır babasını/dişleri, esir tutar ve dört ekranlı koca bir odaya yerleştirir. Luiselli bu sekansı da metnin yazılış amacıyla bağlantılı bir sebepten ayarlamıştır tabii, ortamın fotoğrafları metnin sonunda mevcuttur. Dört palyaço dört ekrandan eziyet ederler, Otoban’ı sindirmeye çalışırlar ama adam dize gelmez, nihayet Siddhartha’yı yenilgiye uğratır ve basıp gider oradan, kişiliği hakaretlerden ve suçlamalardan sağ çıkar.
Vora’yla, serseri gezginle karşılaştıktan sonra dişlerinin otobiyografisini yazacak kişiyi bulduğunu düşünür, birlikte dolanmaya başlarlar. Arada başka müzayedeler olur, Otoban alegorik hikâyelerinde yazarları tokuşturarak nesnelerden ayırdığı hikâyeleri, sadece hikâyeleri satmaya çalışacaktır, tabii önce Vora’ya kakalayabilirse. Sonrasını Vora’nın ağzından dinleriz, Otoban şov dünyasına girer, iş kurar, birileriyle ortaktır artık, önünü alamayacağı kadar büyür ve hikâyesi sonlanır nihayet. Ürün sağlamdır, hikâye daha da sağlamdır, o halde iyi kazandıracaktır bu eser.
Luiselli’den yine karman çorman bir metin. Arada Yuri Herrera da var, Alejandro Zambra da var, okurların dikkatine.
Cevap yaz