Eco’nun çeşitli mevzularla ilgili beş yazısı. Çağımızın popülizm gibi problemlerine yaklaşımlar. “Savaşı Düşünmek” entelektüellerin savaşa karşı duruşlarını değerlendiriyor, Eco’ya göre savaşın “yararlı” sonuçları baştan reddedilmeli ve hatalı dikotomilerin farkına varmalı, örneğin “hain entelektüel” veya “Arapsever barış yanlısı”nın karşı cephesinde “savaşsever kapitalist” yer almamalı, entelektüel bu kısır sınıflandırmaların dışına çıkarak Doğrucu Davut rolünü oynamalı. Eco oynuyor, Körfez Savaşı sırasında Papa’nın savaş karşıtı açıklamalarının her ne kadar alaya alınmış olsa da değerli olduğunu dile getiriyor, sadece Hristiyan cenaha seslenen bir yol gösterici değil, entelektüel işlevini de hatırlatıyor Papa, çağrısı değerli ama savaş çıktığına göre entelektüellerin söylemi başarıya ulaşamadı. Gerçi zamanında Marinetti’nin başını çektiği fütüristler ölüme götüren her yolu, başta da savaşı yücelterek Birinci Dünya Savaşı’nda bilfiil yer almışlardı, dolayısıyla Eco’nun savaş karşıtı seslerin varlığından memnunluğu bariz. Rachel Kushner’ı tekrar anacağım, Alev Püskürtenler romanında bu makine sevdalılarının savaşa nasıl girdiklerini şahane anlatıyor. Neyse, Eco yazısını Steven Pinker’ın Doğamızın İyilik Melekleri‘nde uzun uzun anlattığı mevzulara bağlıyor, savaş çağımızda akıldışı ve imkânsız. En azından geçen yüzyıllarda olduğu gibi anlaşmazlıklar orduları karşı karşıya getirmiyor hemen, diplomasi yoluyla çözülen meselelere bakınca milyonlarca insanın öldüğü savaşlar çok uzak artık. Bilgi akışı, kıtalar arası göç gibi çok sayıda etken maddeler halinde sıralanmış, ilki nükleer silahların varlığı. Her ne kadar devletler bu silahları tehdit aracı olarak kullansalar da bütün insanlığın mortiyi çekeceği biliniyor, ABD’nin hayvanlığından sonra birkaç deney dışında kullanılmadı bu silahlar, süper. Savaşın sadece iki cephe arasında yaşanmaması da önemli, insanlığın yaptırım gücü çok daha fazla artık. Eskiden Yahudiler bebeklerin kanını içen yaratıklar olarak kabul edilirdi mesela, bugün bilgiyi özgürce edinebilen insanlar birbirlerini öldürmekte eskisi kadar hevesli değil. “Tüm bunlar, Foucault’nun sözünü ettiği gerçekle etkileşim içindedir: Artık iktidar tek parçadan oluşmuş, tek merkezli bir şey olmayıp, yayılmış, parçalanmış, uzlaşımların sürekli yığılması ve dağılmasından oluşmuş bir şeydir. Savaş artık iki ülkeyi karşı karşıya getirmemekte; sonsuz iktidarları karşı karşıya getirmektedir.” (s. 22) Savaşları seri değil, paralel programlanmış sistemlere benzetir Eco, oyuncular farklı renkteki taşlarla değil, aynı renkteki taşlarla oynarlar, bir tarafın yararı nihai yararla daha zor bütünleşmektedir artık. Tezle antitezin senteze yol açtığına dair Hegelci önyargı bu konuda doğru sonuçlara varmayı sağlamaz, Pön’den veya Napoléon’un savaşlarından sonra ortaya çıkan düzenin denge durumu olarak görülmesi gerektiğinin bilimsel veya mantıksal kanıtı yok. Kısacası savaş bir savurganlıktır, kısıtlı kaynakların boşa harcanmasıdır, bu yüzden delilikle eşdeğer hale gelmiştir. Marinetti savaşa dair sözlerini bugün söylese deli olarak görülebileceğini söylüyor Eco.
“Ebedi Faşizm” çocukken faşist tayfaya katılan Eco’nun izlenimleriyle açılıyor. İtalya henüz kaybetmemiş, Mussolini’nin söylevlerini okulda ezberliyor Eco, sonra Amerikan askerlerini görüyor ilk kez. “Zenci Amerikalılar” kendi kültürlerini de getirmişler, Eco resimli romanları hoş kokuları ve renkleriyle anımsıyor. İtalya’daki Direniş hareketinin sadece komünistlerden ibaret olmadığını söylerken amacı çeşitliliğe vurgu yapmak, kralcılar dahil olmak üzere pek çok grup Almanları ülkeden atmak için uğraşmış. Faşizmin temelsizliğiyle ilgili bağlantı bu noktada ortaya çıkıyor: “İtalyan faşizmi elbette bir diktatörlüktü, ama tam anlamıyla totaliter değildi; ılımlı oluşundan değil, ideolojisinin felsefi zayıflığı yüzünden. Genel olarak sanıldığının aksine, İtalyan faşizminin kendine özgür bir felsefesi yoktu.” (s. 34) Gramsci başta olmak üzere pek çok düşünür hapisteydi, sendikalar dağıtılmıştı, kısacası büyük tehditler bertaraf edilmişti ama felsefi açıdan tam oturmadığı için direniş hareketlerine karşı koyabilecek düşünsel kapasiteye sahip değildi. “Duygusal arketipler” Eco’nun kök-faşizm dediği belli başlı nitelikleri ortaya çıkarıyor, yine maddeler halinde sıralanmış. Gelenek ve senkretizm bilgelikte ilerlemenin önündeki en büyük engel, bunun yanında faşizmin temel gücü. Kutsal Kâse’yi kullanarak bir şekilde Mussolini’yi olumlamak örneğin, eski söylencelerin faşizme uyarlanması, bir milletin uyanması, ne bileyim, geçmişten büyülü bir şimdi devşirmek önemli bir belirti. Gelenekçilik modernizmi reddederken aslında kapitalizmi reddetmeyle kamuflaj sağlamaya çalışıyor ama asıl reddettiği 1789 ruhu, Aydınlanma, Akıl Çağı. Kök-faşizm eleştiri kaldırmıyor, farklılıkların yarattığı korkuyu kullanarak toplumu sindiriyor. Bireysel veya toplumsal hayal kırıklıklarından doğan kök-faşizm hayali dış güçler uyduruyor, komplolar üfürüyor, bugünkü Türkiye’nin problemlerini çatır çatır anlatıyor Eco aslında. Düşmanların gücü ve zenginliği aşağılanmamız, öfkelenmemiz ve mücadele etmemiz için yeterli, barış yanlıları düşmanla işbirliği içinde. “Halkçı bir seçkincilik” makul, partiye üye olanlar üye olmayanlardan daha üyedir, evet. Herkes kahraman olmak üzere eğitilir çünkü mitolojide kahramanlar ne süper insanlardır, günümüzün kahramanları da en az onlar kadar süper olmalıdır. Tepedeki zatın, “Ben herkesi partimin seçmeni olarak görüyorum,” dediği malum, şu tam da bu olay için söylenmiş sanki: “Kök-faşizme göre bireylerin birer birey olarak hakları yoktur; ‘halk’ bir nitelik olarak, ‘ortak irade’yi ifade eden tekparça bir varlık olarak algılanır. Sayısı ne olursa olsun hiçbir çoğunluk ortak bir iradeye sahip olamayacağından, lider onların sözcüsü gibi davranır. Yurttaşlar, temsil güçlerini yitirdiklerinden, eylemde bulunmazlar; onlardan yalnızca halk rolünü oynamaları istenir. Dolayısıyla, halk teatral bir kurgudur.” (s. 45) Yine anılarıyla bitiriyor Eco, Mussolini’nin ölümüne kadar sıkı bir diktatörlük yanlısı olan gazeteler bir sabah isim değiştirmişler ve beklenen günün geldiğini duyurmuşlar, Eco ilk kez o zaman “özgürlük” ve “diktatörlük” sözcüklerinin varlığından haberdar olmuş.
“Basın Hakkında” İtalyan basınının, aslında popülist politikalarla ekmek peşinde koşan dünya basınının ve basını kullanan siyasetçilerin eleştirisi. Ortalama televizyon izleyicisinin alımlayacağı sınırlı veriyi kullanan siyasetçiler meramlarını benzer dille anlatınca benzer şeyler söylüyorlar, ayrıştıkları nokta ortaya çıkmıyor, polemikler geniş ölçüde gazetelerde sürüyor ama o mecrada da günümüzün “clickbait” mantığına benzer durumlarla karşılaşıyor okur. Özeti şudur, okur kendi seviyesini yükseltmediği için yayın organları seviye düşürüyorlar, her şey basitleşiyor, tiraj artsa da yayın organlarının kimliği ortadan kalkıyor. “Gösteri ideolojisi” diyor Eco, basın bir ölçüde televizyonlaşıyor ve aslında haber değeri taşımayan, en azından o kadar da önemli olmayan olayları büyüterek nesnellikten uzaklaşıyor, doğru bilginin peşindeki okur veya seyirci için çıkmaz sokak. Söyleşiler ayrı mevzu, resmen top çevirme. Sanatçılar veya siyasetçiler söyleşi yapıyorlar, yarım yamalak bir itiraf gelirse skandal patlıyor, kişi ertesi gün söylediğini yalanlamak veya değiştirmek zorunda kalıyor. Kişinin var olabilmek için görünür olması lazım, buna ihtiyacı var. Yayın organının da buna ihtiyacı var, çünkü para. “Bu oyunda herkesin kazanacağı bir şeyler vardır ve kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Oyun baş döndürücü olduğu ölçüde, bir günden ötekine beyanlar birbirini izler, okur bağlantıları kaybeder ve söylenmiş olanları unutur; buna karşılık, gazete haberi satar, siyasetçi ise öngördüğü yararı sağlar. Okurun ve yurttaşın aleyhine yapılmış bir pactum sceleris, yani bir ‘düzenbazlık anlaşması’dır bu. Öylesine yaygındır ve öylesine benimsenmiştir ki, yaptırımı gerektiren bir eylem olmaktan çıkmış, sözel bir alışkanlık haline gelmiştir.” (s. 66)
Diğer iki yazıda Eco’nun laiklik üzerine görüşleri ve günümüzde göç olgusunun değişen nitelikleri yer alıyor, okumak isteyenin ellerinden öpüyor.
Cevap yaz