Unutulmuş metinleri bulmayı, okumayı görev bildim. Sadık Karlı’nın Eski Kış‘ı mesela, iyi bir ilk kitap, Telos’un bastığı yenilikçi metinlerden biri derken hemen Taner Ay’ın Metruk Zamana Seyahat‘ını elime aldım, çapraz dizelerin sarsıntıyı, zelzeleyi andıran yapısı deyince bu kez Özen Yula, hangi kitabındaydı, Kayıpkent Üçlemesi‘nde belki, öykünün son satırındaki harflerin biri aşağıda biri yukarıda, öykünün tamamı kıpırdıyor yani, bir satır öyleyse öykünün tamamı öyle. Sadık Karlı bildiğim kadarıyla başka bir şey yazmadı ve genç yaşta yaşama veda etti, Taner Ay bir şeyler yazmaya devam ediyor, babası Behzat Ay da unutulmuş öykücülerden. Bir atımlık yazmadılar, okunmayı hak ediyorlar ama bir şeyler yolunda gitmedi belli ki, sahaflardaki yığınların altında kaldı kitapları, eşeleyip bulmalı. Ümit Ünal’ın romanı Aşkın Alfabesi‘ni öyle buldum, İsmail Abi’den yükümü aldıktan sonra bir iki yere daha bakayım demiştim, cebimde hâlâ param vardı, o zaman neden harcamayıp eve tamtakır dönmeyeyim diye bir dükkâna girdim, en alttaki raflardan birinin tozlarını eşeleyince çıktı ortaya. Sonradan Ümit Ünal’a sordum, romanı bulmama şaşırdığını hatırlıyorum. İyi Şeyler’in bastığı son kitapmış o, ben bunu anlatmış mıydım? İkinci baskıya maruz kalanlar hemen öykülere geçebilirler. Neyse, son kitapmış çünkü İngiliz ortak iflas mı etmiş, sermayeyi cukkalayıp kaçmış mı, bir şey olmuş ve bu romanın dağıtımı yapılamadan yayınevi kapanmış. Şans işte, Ülkü Ayvaz’ı da öyle buldum, eşelenirken kapağına tutuldum biraz, sonra öykülerden birini hızlıca okudum, tamam. Ayvaz daha çok tiyatro metinleriyle biliniyor, ödüllü bir yazar. 2016’da vefat etmiş ne yazık ki, sevdiğim başka bir öykücü Sezer Ateş Ayvaz’ın eşi. Bu kitaptaki öykülerinde Kafka’nın bürokratik cehenneminden müphem, belirsiz, tam aydınlatılmamış olayların uyandırdığı tepkilere dek pek çok gizemin üzerinde yükselen bir yapı var, bakalım. “Çadır” ilk öykü, kasten karanlıkta bırakılmış noktaları doldurmak okurun tercihi. Ben doldurmadım, yazarın boşluk doldurmaca oynatmak istediğini sanmadım. “Kumsal boyunca denize giren, güneşlenen, kendi aralarında oyunlar kuran insanlar. Bazen göz önünden kaybolup gidiyordu tümü.” (s. 7) Kumdan evleri yıkayan ve yıkan dalgalar çekildiğinde dümdüz bir sahil bırakır geride, çocuklar yeniden girişirler, sayısız parçadan bir şekil müteşekkil, tam o sırada biri gelip anlatıcıya söylüyor, çadırın arkasına gidiyorlar, “Ona sen söyle,” diyor biri. O, çadırın yanında domatesleri yıkıyor, kuma düşürdüğünü baştan yıkıyor, az sonra hazır olacağını söylüyor. Anlatıcı yanındakine dönüyor, “Ben nasıl…?” diyor. Çocuklar tepeye gidiyorlar, anneler yanlarında, anlatıcı hâlâ düşünüyor: “Ben nasıl…?” Yemek hazır, anlatıcı birlikte yemelerini teklif ediyor ama O hep sonra yiyecek, yemekleri hazırladıktan ve karınları doyurduktan sonra. Baba geliyor, “Sen söyle,” diyor da anlatıcı ney, nasıl? Gece vakti bir uyku, O gelip anlatıcının üzerini örtüyor, sevgi. Baba söylüyor ertesi gün, O önce şaka sanıyor ama Baba’nın mırıltısı gerçeklerden ibaret. Kum tepeciğinin arkasına gidiyor O, akşam oluyor, akşama kadar dikiliyor orada. Gece vakti yine bir üst örtme, şefkat, anlatıcı gözlerini açmıyor o kez. O’nun kimliği, anlatıcının çocukluğu, söylenecek şeyin neyliği, belirginlik olabildiğince az, bir doğanın kesinliğinden bahsedebiliriz. Kontrast. “Gri Oğullar”da tam tersi, beni Gülten Akın’ın görüş günlerindeki anneleri, mutsuzluğu anlattığı şiirlerine çıkardı. “Karelerdi gözlerimin önünde. Giderek alçalan tonlarıyla. Ardından sesler; birleşiyordu sesler karelerle. Birleşiyor ve uyum arıyordu. Çekip gitti işte kareler. Yerine dümdüz bir gri geldi. Gökyüzü geriye kalmıyor, kendi özgürlüğünü seve seve griye, düzlüğe, kimsesizliğe bağışlıyordu.” (s. 13) Oğulları salarlar, gökyüzünün grisi oğulları da boyar, martılar oğullarla birlikte salınmış gibi uçuşur. Toprağın kahverengisi göğün grisiyle çatışır, uyuşur, özgürlük bir anlığına mutlak ve mümkündür, her hafta, belki her gün aynı manzaraya bakan insanlar birkaç rengi ve birkaç nesneyi birbirine karıştırır, öykü bunların tamamını karıştırır, çizgileri sona doğru belirir: “Oğullar oğullar suçlusu bizdik belli yaşamanın. İsterdik bir damla bengisu verelim dillerinize. Bir dilim kızarmış ekmek kabuğu veremedik elinize.” (s. 16)
“Geç Kalmış Gezintiydi Bir Kuş” şaşırtıcı sonuyla kitaptaki en iyi öykülerden biri, dilinden hikâyesine öykünün her ögesi tam olmasa sadece sona yaslandığını söyleyebilirdim ama Ayvaz’ın tuhaflıkları, kurduğu yapı şahane. Sakalar var, sıklıkla karşımıza çıkıyorlar, konduların civarında uçuştukları gibi kırlarda da iki karakteri yalnız bırakmıyorlar. Anlatıcının kimliği yine belirsiz, hemen her gün gezmeye çıkardığı küçük kız da öyle, kondulardan birinde yaşayan iki gelinle birlikte yaşadığını ve gezi günlerinden önceki akşamlarda özene bezene hazırlandığını biliyoruz. Kuşlu entarileri dışarıda karşılaştıklarına benziyor, anlatıcı incitmeden tutuyor elinden kızın, kuşları dinliyorlar. Köfte ekmek, peynir, gezinti için azık hazır. Anlatıcı bir yerde gözyaşlarına boğulacaktı, kızın yaklaştığını görünce tuttu kendini. Koyu harflerle yazılmış iki bölüm var, belki oradan kızla anlatıcının hikâyesini sezebiliriz: “Bitişik oda. Kapı aralığındandı bakıyorum, ellerini yumuk etmiş gözlerine sonra dudaklarına ben ordaydım ben orda durup sonra iki yana sallanandı o, yastıklardı kuş desenli kenarı vaaay gelinliğim, göz nurum.” (s. 20) Bu bir tür anımsayış, dağınık bir anı, belli, kuşlar da gelmeyi bıraktığına göre akşam olacak, yakın, çocuğu eve bırakacak anlatıcı, ayrılık yüzünden hatırlıyor belki, o günün sonu gelmesin istiyor. Çocuğun kalabalıktan korktuğunu gördüğünden beri kırlardan şaşmıyor, yeşilliklerin arasından çıkıp gelen pamuk helvacıyı bile garipsemiyor o kez, alıp yiyorlar. Kız uzatıyor bir parça, anlatıcı almıyor, sonra: “Yere düştü yarı yolda. Yetişip kaldırdım onu. Dizleri yaralanmıştı hafifçe, küçük iğne ucu gibi kan birikintilerini mendilimle sildim. Birden ona bütün gücümle sarıldım. Gözlerim yerinden koptu, bin yıldır gözlerimde biriken ırmaklar akıyordu, nereye gideceklerini bilmeden. Anne, anne dedim usulca, annem.” (s. 23) Annenin çocukluğu, çocuğun yaşlılığı, el ele kırlarda. Hüzün basbayağı.
“İçim Hüzün Dolu T.”yle bitireceğim, en Kafkaesk öyküyle. T. sevgilisi oluyormuş anlatıcının, kendi söylüyor. Koşuyor, müjdeyi veriyor. Sınavı kazanmış, memurmuş artık. Aylığı aldığı gibi gezmeye çıkıyorlar, T. de okulu bitirince anlatıcının vasıtasıyla işe girecek, sonrası güzellik. Yığılan dosyalar izin verirse tabii, anlatıcı öylesine yılıyor ki T.’yi bile görmek istemiyor bir zaman. Başkâtibe göre biri bile kaybolsa yakarlarmış adamı. Anlatıcı da tıfıl bir şey, Başkâtip hemen emir veriyor Kâtip’e, dosyaların başında beklesin. Kâtip bekliyor da çocuğun hali iyi değil, bir gün kırmızı dosyalardan birini istemiş Kâtip, çocuk ağlamaya başlamış. Öyle bir bunaltı, Kâtip için dosyaların yanma zamanı. Üflüyor, yanık kâğıtlar havalarda uçuşuyor, Bakan’a haber uçuyor, her şey havada. Bakan geldiği zaman hemen tahkikat, bütün tutuklular serbest bırakılıyor çünkü dosyaları yanmış. Bütün projeler rafa kalkıyor çünkü kâğıt yoksa gerçek yok. Ülke bayram yerine dönüyor, devletin yapacağı şeyler yapılmayacaksa halk için düğündür, dernektir, çayırdır ve dahi çimendir. T. işe girmiş de öğreniyormuş o sıra, anlatıcı sevgilisine dosyalardan birini verip götürmesini istiyor, mührü sarsmadan. Bu da ironisi.
“Kendini Anlatan Öykü”yü gördüm, öykü ve öykünün dipnotlara düşülen yazım serüveni, nitelikleri deyip bitireyim. Sahafta denk gelen alsın.
Cevap yaz