Çocukluğunu İzmir’in sinemalarında geçirmiş Tunca Arslan, üniversitede eleştirmenliğe başlamış, 2010’da SİYAD’ın başkanlığını üstlenmiş, yayınevlerinde editörlük yapmış. Marifeti çok, yıllar boyunca biriktirdiği anılarla, şahit olduğu tartışmalarla çattığı bu araştırma hem Türkiye’nin yakın tarihindeki ucubelikleri sergiliyor hem de bir başka meziyetini, estetiğe dair inadını ortaya koyuyor. Bülent Oran’ın kıyasla ilgili söylediklerine karşı çıkması mesela, “bizim filmleri sanat filmleriyle karşılaştırarak eleştirmek” yanlış Oran’a göre, çarıkla rugan ayakkabıyı yan yana koymak gibi bir şey, çarığı çarıkla değerlendirmeli. Sinema sanatı açısından haklılık içermiyor bu söylem, Fethi Naci’nin futbol benzetmesi romancılara aynı noktadan yönelmiş bir eleştiriydi: sınırlarımız içinde aslan kaplan olarak görülen takımlar yurt dışında dökülüyor, ortalamayı ortalamayla kıyaslayınca ortalamadan başka bir şey kalmıyor elde, daha iyisi için rugan pabuçları göz önüne koymalıyız. Bu yüzden işte, yetmiş yıl önce Amerikalı yazarların metinlerini burada yerel sosa bulayıp tekrar yaratmak iş değil, emeğe yazık. Eleştirmenleri vuranlar bu emek meselesini öne sürüyorlar, oraya geleceğim ama ilk bölümde eleştirmenleri gömen meşhurların savları önce. Hitchcock’a göre iş yapan film iyi, Scorsese büyük stüdyoların büyük paralar vermeleri için eleştirmenlerin çığırtkanlıklarına ihtiyaç duyulduğunu söylüyor, öyleyse yaşasın eleştirmenler, Guy Ritchie filmini kötü bulan eleştirmenleri suçluyor, ya filmi anlamamışlar ya da hödükler, Gaspar Noé eleştirmenleri tanımlama yeteneklerinden ötürü kutladı kutlayacak, “bu bir film değil” eleştirisi baş üstüne. Bizde Halit Refiğ ve Metin Erksan’ın bombastik çıkışları var, evlere şenlik. Burjuva tepedenciliğini sol cenah eleştiriyor, ahlaka aykırı filmleri övenleri sağ cenah eleştiriyor, kısaca eleştirmenleri herkes eleştiriyor, topa tutuyor, eleştirmenler kendilerini kimseye beğendiremiyorlar bir türlü. Hikâye çok, dikkat çekenlerini alacağım, Engin Altan Düzyatan’ın tırışkadan çıkışlarını falan es geçeceğim. Şakir Sırmalı’nın serbest atışları bizdeki ilk vakalardan biri, çektiği ilk iki film, sıkı bir övülmüş ama üçüncü film çok kötü olduğu için olumsuz eleştirilerle silkelenmiş. Halit Refiğ’in sert eleştirisi ilginç, film eleştirileriyle isim yapıp yönetmenliğe zıplayanların çoğu eleştirildiği zaman tırnaklarını çıkarıyor. Sırmalı da aynı meşrepten, zamanında seyircilerin sanatsal yetersizliklerine değinen, eleştirmenleri dan dan olmamakla suçlayan yönetmen olumsuz yorumlarla karşılaşınca hemen savunmaya geçiyor, filmini müziğe yaslanmadan, kamerasını Hitchcock ve Welles gibi “caka satmadan” kullandığını söylüyor, ayrıca herhangi bir seyirci için affedilebilecek bir durum neden eleştirilmeli? “Ölçeği ayarlayın da öyle eleştirin” demeyen bir kişi bile yok, ülkenin şartlarından dem vuranı da var, milyonlarca seyirciye güveneni var, yani ortalamaya hitap edince çok izlenen filmlerin başarılı olduğu fikriyle Oscar’a bile gidecekler ama burnu büyükler yüzünden halkın bağrına bastığı filmler yarışmalara alınmıyor, görmezden geliniyor, elitizm her yeri ele geçirmiş durumda. Niteliği aşağı çekmeye çalışmak kaliteyi yükseltmekten daha kolay geliyor belli ki, nitekim Sırmalı da kimsenin bir şey bilmediği bir yerde her şeyi bilen adam olarak esiyor, sonra duruluyor ve ömrü boyunca başka hiçbir film çekmiyor. Tuncan Okan’ın eleştirileri sermayenin kazanç kaybını korumak için eleştirmeni yok etmeye çalışması açısından ilginç, Okan lafını esirgemeyen bir eleştirmen olarak Yeşilçam’ı bombaladığı zaman yapımcı Nazif Duru hemen harekete geçiyor, Okan’ın yazılarının çıktığı gazeteye tekzip gönderiyor, ticari haklarının zarar gördüğü gerekçesiyle avukatını harekete geçiriyor. Cemiyetlerden kınamalar, imza kampanyaları, bilmem neler. Dönemin eleştirmenleri Okan’ı destekleyerek safları sıklaştırıyorlar. “Yapıcı eleştiri” meselesi o zamanlarda da varmış, bundan kastın ne olduğu hâlâ belirsiz. Yapıcı eleştiri. Aklıma alavereci pazarcılar geliyor, meyvenin iyisini üste koyanlar. Eleştiri yıkmayacaksa hiç yapılmasın daha iyi. Neyi yıkacaksa. Asimetri‘de iyi bir yorum vardı, eleştirinin metinle ilgisi var, yazarla değil. Sanatçıların eserlerini eleştirmenlerden aldıkları fikirlerle yaratmadıkları Arslan’ın sunduğu örneklerden malum, yani niyeti gerçekten bir şeyler yaratmak olanlar, sadece bunun için uğraşanlar eleştiriyle pek ilgilenmiyorlar zaten, kendi uğraşlarından başka umursadıkları bir şey olmasa gerek.
1964’teki Birinci Türk Sinema Şûrası’nda çıkacak çıngarın sesi 1959’dan geliyor, o yıl Halit Refiğ eleştirmenlere değil de aydınlara çıkışarak sinemayla ilgili kafa karışıklığının iyice görünür hale geldiğini, bir sinema festivalinde en iyi film ödülüne layık eserin seçil(e)memesinin fiyasko olduğunu söylüyor, sert çıkışı bir anlamda sinema üzerine daha derin düşünmeye yol açmış. Diğer yanda sinema yazarlarının sektörden dışlanmasına varan tartışmalar doğuyor, Şûra’dan önce yönetmen tayfa eleştirmenlerin mevzuya katılmamaları için ellerinden geleni yapmış, gerekirse masadan kalkmak bile söz konusu olmuş. Eleştirmenler dönemin bakanlarını etkiliyorlarmış Refiğ’e göre, sırf bu yüzden toplantıya davet edilmemeleri yerinde olurmuş, bir dünya tatava. Beklenen oluyor tabii, toplantı iptal ediliyor, bir daha da tek bir çatı altında birleşmiyor taraflar, Arslan sinema yasasının çıkmamasını o günlerdeki boykota bağlıyor. Yeşilçam-Sinematek kavgasıyla iyice absürt bir durum çıkıyor ortaya, bir derginin eleştiri konusunda fikirlerine başvurduğu Lütfi Akad, Metin Erksan, Memduh Ün, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler ortak açıklamalarında Sinematek’in Türk sinemacıları aleyhindeki davranışlarını yeriyorlar. Yabancı sinemacılar ülkeye gelince Sinematek hemen jurnalliyormuş Türkleri, yerli filmlere pü çekiyorlarmış, bilmem ne. Sinematek iğneliyor bunları, Refiğ iyice deliriyor: “Öyle anlar gelmiştir ki, mesleğini kurtarmak için çırpınan Türk sinemacısı, bu mukaddes haçlı ittifakının karşısında meselelerinin batağında ve halk oyu önünde yapayalnız bırakılmanın acısını, yüreğinin taa derinlerinde hissetmiştir.” (s. 75) Fransa’da sinemadan çıkmayan Kutlar’ı düşünüyorum, birikimiyle iyi bir şey yapmaya çalışıyor, karşısına yerli hö höcüler çıkıyor. Bela. Zekâ işi saldırılar da var sinema tarihimizde, Arslan’ın örnek verdiği filmlerde karakterlerden bazıları eleştirmen, iyice bir tartaklanıyorlar. Başka, film yıldızlarının kayışı kopardığı bölümler gerçekten ilginç, mesela Cüneyt Arkın evine davet ettiği Agâh Özgüç’e kılıç ve silah çekiyor, şaplak indiriyor. Tehditler, hakaretler bir dünya, Arkın’ın davetiyle gittiği evden can havliyle kaçarak çıkıyor Özgüç, hayatını kurtarıyor. Tarık Akan’ın tokatladığı bir eleştirmen var, 21. Antalya Film Festivali’nde kararlaştırılan ödüllerin sahipleri değişince Akan sinirleniyor, patlatıyor şepeşileyi. Toplantılarda tehditler, aga muga hareketler, yani koca koca insanların küçük serserilere dönmesi tuhaf. Erden Kıral ve Fikret Hakan’ın aleni hakaretlerini sineye çekmek zor ama dayanıyor eleştirmenler, tongaya gelmiyorlar. Atilla Dorsay meselesiyle bitireyim, Arslan’ın dediğine göre tüm sinema yazarları Dorsay’ın paltosunun altından çıkmış, bir yazarın dediğine göre 60’lı yıllarda oyuncu olmaya çalışıp “beceremeyen” Dorsay çarkı iyi ki sinema yazarlığına kırmış da kendinden sonra gelenlere örnek teşkil etmiş. SİYAD’ın onursal başkanıymış bir ara da Emek zamanında tartaklanmasına rağmen sinemanın yeni halini pek beğendiğini söyleyince sıkıntı çıkmış. Dorsay en hafif tabirle dönek, iktidar güzelleyici. Arslan üzülüyor çünkü yakından tanıdığı ustasının Gezi’den sonra liberal kafaya ermesinden bir şey çıkmazmış artık, geçmiş olsunmuş. Hıncal Uluç, Selahattin Duman gibi zurnanın zortu kişilerin sinemayla ilgili yorumları var, tam goygoyculuk. Cem Yılmaz’ın söylediği bir şey genel vaziyet: milyonlarca dolar yatırılan projeleri öyle iki cümleyle yerle bir etmek neymiş? Eh, dünyanın parasını da harcasan, milyonlarca izleyicin de olsa filmin kötüyse kötüdür, ustanın kulağına varamayıp ustayı taklit etmek kötüdür, daha da pek çok şey kötüdür de eleştirmen iyi kötü lazımdır. Çok yaşasın eleştirmen.
Cevap yaz