Altar Kaplan – Aloda

Şurada metinle ilgili bilgiler var. Daha da vardır bulmacası bilmecesi, epigraflardan antik kafalar düşer, Baudelaire bir şiiriyle görünür, sağ ve sol omuzdaki meleklerden arzuhal sunguları dökülür, nihayetinde düşünce yığınları birikip anlatıya dönüşür. Karakter yoktur, malumatfuruş ağız vardır, anlatıcı ve Aloha bir araya geldiklerinde geçmişten gizemleri yığarlar ara ara, insanı şöyle iyice bir kuşatıp tarihini didiklerler, var oluşlarını fikir fırtınalarına borçludurlar sanki. Anlatıcının dedesi fırlar bir yerlerden, dünyanın boynuzlar üzerinde durduğunu inançlarıyla kanıtlar, teolojiye yanlar ara ara. Müthiş derin vecizeler yumurtlanır, yumurtlamayan yoktur, Tarım Devrimi’yle insanın köleleştiğine değinilir, Tanrı’nın hikâyesi aranır anlatı boyunca. Dikkate değer tek bölüm Tanrı’nın hikâye yazmasıyla ilgilidir, insan zihnine indirgenen Tanrı bütün niteliklerini korusa yazdığı hikâyeyle varlığı ne eylerdi, bu. Metne yerleştirilmiş alavereler açısından kıyaslıyorum, Yapraklar Evi‘ne azıcık yaklaşsa bu anlatı, şifreleri aramaya yeltenirdim ama anlatıcının çalıştığı müzede sergilenecek nesneler için yazdığı metinler bile uğraşı engeller, aratmaz bir şey. Saban sergilenecek, bu aletle ilgili kısa bir metin, sonra aleti bağışlayanın bilgisi, tamam. Araya dereye sıkıştırılan nesneleri yan yana getirin, kafanızın “klik” sesiyle açıldığını hissedeceksiniz. Ön ve arka kapağın arkasına yerleştirilmiş “O” harflerinin toplamından bir şey çıkar mı diye düşünmedim değil, sonra işimin olduğunu hatırladım da saymadım. Yani “kırk” ile ilgili upuzun bir bölüm var, Kabala tandanslı, Cenk Koray’ın Kur’an-İslamiyet, Atatürk ve 19 Mucizesi nam gudik metninden halliceliği bir yana “kırk” konusunda ne varsa tıkmanın manası? Noktalama işaretinin kullanılmadığı bölüm olmazsa olmaz, gerçekten tam da bilincin akıp gideceği bir hikâyeye denk gelmiş, mükemmel tercih. Ne diyeyim, klişe taklaların rağmına yenilik arayışı, başkaca diyecek bir şey yok. O zaman başka şeyler anlatayım çünkü 750 sözcüklük yerim var. 743’e düştü. Çocukken Mustafakemalpaşa’da duyduğum bir melodinin nereden geldiğini çözememiştim, yıllar sonra Instagram’daki sinema hesaplarından birinde denk geldim, bir filmin müziğiymiş o tuhaf melodi. 2003’te bir Duman konserinde grup sahneye çıkmadan önce çalan şarkılardan birini aşağı yukarı on yıl sonra şarkının akorlarını yazarak bulmuştum, kesin Pearl Jam’dir diye onu da ekledim, şarkı “I Am Mine” çıktı sonuçta. Başka gizem kalmadı, çözmek istediğim hiçbir şey yok, her şey berrak. Sezin’in hayatının aşkı, bir türlü unutamadığını söylediği o adam kimdi bilmiyorum, muhtemelen tanıyordum ama sormadım, ayrıldıktan sonra merakım dindi gitti. Şöyle sanırım, başkalarının çektiği yere gidince bana verilenle yetiniyordum, ötesini kurcalamak istemiyordum çünkü tamamen onlara aittim, fazlasını istemiyordum. Artık sürüklenmiyorum. Hayvan gibi para verip aldığımız topu ilk tepikte denize uçurmuştum. Apartmana girerken hemen dibime çatıdan beton parçaları düşmüştü, yukarıdaki ustalar, “Lan oğlum çekil laan!” diye bağırmışlardı. Küçükken geçit vardı iki yerde, tren yolunu o geçitlerle aşıp sahile inerdik, şimdi ikisinin yerinde de hayvan gibi alt geçitler var. Üçüncüsünü sosyete mahallesinin en çaça sokağının ucuna yaptılar, oradan geçmiyorum çünkü ben çocukken yoktu, oranın sahile çıkmaması lazım ama çıkıyor. Küçükyalı değil orası. Bugün Büyükyalı diye bir yere gittim Zeytinburnu’nda, gerçekten büyük. Marmaray’ın hemen yanı. Küçükyalı’da inince şöyle bir baktım Burgaz’a, arkasında Çınarcık var galiba, oraya baktım, biraz daha baktım, yapacak bir şey bulamayınca şöyle bir dolandım. Çarşı’da sorun yok ama yokuşun sonundaki iki apartmanın kabası kalmış, yıkacaklar, hemen telefonu çıkarıp fotoğraf çektim. Bir ara içine girip video da çekerim, sonra ortalıkta dolanıp yenilecek başka binaların da fotoğraflarını çekerim çünkü etrafta -benim oturduğum dahil- yıkılacak çok bina var, kayıt altına almalıyım. Burası benim doğup büyüdüğüm yer olmaktan çıkıyor, alışırım ama eskinin görüntüsü kalsın istiyorum. Kimseden hiçbir şey kalmıyor geride, her şeyi siliyorum, bazen bazı şeyleri görmek veya izlemek istiyorum ama yıllar oldu sileli. Sezin’i salıncakta sallıyorum Gölyazı’da, aşkım kuşkım bir şeyler konuşuyoruz saçma sapan, yok. Yeşim’le şu kafayı sağa sola eğmeli, aptalca ama eğlenceli oyunlardan oynuyoruz, gülüyoruz, mutluyuz, yok. Kimlerle neler yapıyoruz ama hiçbir şey yok, aklımda kaldığı kadarıyla. Yeşim şarkı söylemezdi, söylerdi de bana söylemezdi, Sezin söylerdi, ben de çalardım, beraber söylerdik, yok. Başkalarında kalan şeylerim, silmemişlerse. Çocukken bisikletten uçup taklalar attığım yerden geçerken korkmuyorum, çok hızlı giderken düşmüştüm ama bakıyorum, o kadar da hızlı gitmiyormuşum, çocuk kafam için çok hızlıymış o gidiş. Elif’le Burgaz’ı izlerdik Rodoşose’de, Rodoşose bir zamanlar Ahmet’le Emre’nin kaldığı evdi, Elif sevgilimdi, yer Altıntepe’ydi, yaş yirmilerin başıydı. Verdiğimiz her otu yiyen köpek yıllar önce ölmüştür, kafesini ne yaptıklarını merak ediyorum. Adapazarı’na en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, Ankara’ya en son ne zaman gittiğimi tam olarak hatırlamıyorum, İzmir’e ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, Mustafakemalpaşa’ya en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, Beylikdüzü’ne en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, Gebze’ye en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, Antalya’ya en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum, en son ne zaman bir yere gitmek istediğimi hatırlamıyorum. Hiçbir şey okumak istemiyorum, hiçbir şey yazmak istemiyorum ama yapacak başka bir şeyim yok. Başka bir şey yapmaya tahammülüm yok. Hayatı dolu dolu yaşamıyorum, hayatı boşa geçirmiyorum, hayat beni geçiriyor, buna üzülmüyorum. Birine büyük bir kötülük yapmadım, küçük birkaç kötülük yaptım, her hatırladığımda utanırım. İşim gücüm sorulduğunda öğretmenlik yaptığımı söylüyorum, bir şeyler yapıyorum ama bir şeyler olmuyorum, olma ehliyetim yok. Dizimi ve çenemi yardığım yerde dolanıyorum, en son oralarda yaralandım, başka yaralanmadım. Belime ağrı giriyordu bazen, spor yaptıkça azaldı, yaşlandığımı gösteren başka bir şey bilmiyorum. Bedenin yavaşlaması hariç. Zamansallığım değişti, akış yavaşladı, hissediyorum, artık her şey daha yavaş. Hayvan gibi koşabiliyorum hâlâ, daha çabuk tıkanıyorum ama bacaklarım sapasağlam. Ağırlık kaldırırken kolumu sakatladım bir, iyileşsin diye bekliyorum. Göksel’in babasının verdiği bilekliği takıyorum, başka aksesuarım yok. Son saatimi Sezin’in babası almıştı, evden ayrılırken orada bıraktım. Kolye, küpe falan takmak aklıma hiç gelmedi, üzerimi asgaride tuttum. Asgari, az çok iyi. Azdan başka bir şey istemediğim için erkekliğim sıklıkla sorgulandı, ben öyle erkeklerden olmadığımı söylediğimde hayır, öyle erkeklerden olmam gerektiği söylendi, olmaya çalışınca batırdım, olmayınca yalnız kaldım ama çok iyi. Filtre kahve severim, çayı üniversiteye kadar ağzıma sürmedim. Hayvan gibi süt içerdim, hâlâ içiyorum. Üç kişilik bir osurma grubumuz var, orijinal ospikleri paylaşıyoruz, yorumluyoruz. EMEP’in toplantılarına giderdim üniversitede, Kadıköy’deki eski Mephisto’nun üst katında toplanırdık, Muzaffer Abi ne oldu bilmem. Fraksiyonları hiç bilmem, kimseye kimlerden olduğunu sormam, aslında pek konuşmam ben, patlama anları dışında dinlerim. Yemeklere fesleğen katmaya çalışırım, ilkokuldayken Ayna’yı çok severdim. Okulun bahçesinden Burgaz’a bakardım. Hayatım boyunca Burgaz’a bakmışım. Vapura en son ne zaman bindiğimi hatırlamıyorum, uçağa en son ne zaman bindiğimi hatırlamıyorum, trene en son ne zaman bindiğimi hatırlıyorum, minibüse en son ne zaman bindiğimi hatırlamıyorum, en son ne zaman toprağa çıplak ayakla bastığımı hatırlamıyorum. Hepsi “O”nun içine, hiçe düştü diye metne üfürükten bağlayayım bari gevelememi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!