Tove Ditlevsen – Çocukluk

Alparslan çocuklukla ilgili öykü istemişti, sonra yine istemişti, üçüncünün çocuklukla ilgili olmasını istememişti ama üçüncüsü de çocuklukla ilgiliydi. Epizod depomdan üç sahne çekip çıkardım, zamanı uzun tutmadım, insanları parlattım, anlatıcıyı çocuklaştırdım çünkü yetişkinlerin anlatamayacağı parıltılar vardı, ayrıca çocuktuk gerçekten, her şey küçük bir mucizeydi. Mahallemin mucizelerine hâlâ inanıyorsam çocuğum, böyle bilip yazdım. Depoda kaç epizod var, büyük anlatının bir parçası olmalarını mı bekliyorum, ayrı bir kitapta mı toplanırlar bilmiyorum, bir şey olana kadar hiçbir şey olmaz. Şunu düşünüyorum: yapmak istediğimin kat kat iyisi yapılmıştır, denk gelmediysem gelene kadar huzursuzum. Ditlevsen’i okurken huzur buldum, çocukluğu anımsamanın ustalığı. 1918 doğumlu Tove her bölümde yaşamının başka bir evresini anlatıyor, Danimarka’nın kenar mahallelerini, işçi sınıfını, örgütlü mücadelenin cılız adımlarını, erkek egemen dünyanın acı çeken kadınlarını, her şeye rağmen şiirini yazan, öldürmeyen çocuğun direnişini. Arkada barış anlaşmaları, savaş çanları, önde aile ve yakın çevre. Bölüm bölüm bakalım.

Baba işte, abi okulda, anneyle kız evde. “Umut vardı sabahları. Annemin, dokunmaya asla cüret edemediğim düz, siyah saçlarında geçici bir ışıltı gibiydi.” (s. 5) Mesafeden doğan duyarlılık. Temas edememenin yoğunlaştırdığı bir duygu dünyası, düşünce evreni var, arzulanan nesne uzaktaysa ona odaklanmak etrafı da netleştiriyor. Yeşil çingene arabasını mesela, Uyuz Hans ve Güzel Lili sabahları yıkanıp kurulanırken kitaplardaki resimlere benziyorlar, anlaşılamayanın büyüsü. Yazları o yeşil arabayla topladıkları çocukları üç beş kuruş karşılığında gezmeye götürüyorlar, bir kezinde Tove ve abisi Edvin de gezmişler, Tove bir kum tepeciğinin üzerinde otururken arabanın giderek uzaklaştığını görmüş, abisiyle annesini bir daha göremeyeceğinden korkmuş. Kaybolmanın genişlettiği, derinleştirdiği hissediş, yani bir kez kaybolan, o boşluğu fark eden kimse bir daha eski haline dönemez, bir şey uyanmıştır içinde, daha farklı görecektir dünyayı. Annenin “gaddar neşesi” bu derinlikten doğar, çocuğun neşeye uymak için annesini model olarak görmesi de. Sabit mutsuzluktan değilse de evin kasvetinden söylenen şarkılara eşlik eder Tove, annesinin tekrar somurtacağı zamana kadar aydınlığın tadını çıkarır. Ne zaman ortalık kararır, Tove tokat yer, sobaya itilir, esrarengiz bir yabancıya dönüşen annesini korkuyla süzmeye başlar. Şiirin kaynağıdır bu, Tove kendine korunma alanı yaratır hemen. “Parlak kelime dalgaları içimden aktıkça, artık annemin bana bir şey yapamayacağını biliyordum çünkü bendeki önemini yitirirdi.” (s. 7) Günün geri kalanını sessizlik doldurur, Tove aralarındaki soğukluğu aşmak istemez, o kadardır yakınlıkları.

Baba gülen yüz, korkutan hiçbir yanı yok, kim neyi merak ediyorsa hemen açıklıyor. Kurgudan mı çekiniyor, kitaplarda yazılan her şeyin yalan olduğunu söylüyor, hayalî dünyalar beş para etmez. Çok bira içiyor herhalde, anne sürekli azarlama modunda, kendi babası da rezil bir ayyaşmış ama “en azından sosyalist değilmiş”. İp çekilmiştir, babanın ağzıyla tutacağı kuştan bile etkilenmeyecektir anne, bir tek oğlu Edvin’den umutludur çünkü eli işe yatkındır oğlanın, bir gün usta bile olacaktır, hele sosyalistlere burun kıvırırsa Tove iyice unutulacaktır. O akıllı, Tove aptal, o yakışıklı, Tove çirkin. “Tahta parçasına çivi çakıyor ailenin gurur kaynağı. Erkek çocukları öyledirler, kızlar ise yalnızca evlenip çocuk sahibi olurlar. Birisi onlara bakmalı, hayattan bekleyecek ya da ümit edecek başka şeyleri yoktur.” (s. 12) Rapunzel’in başına gelenler çocukların aile terörüne kolaylıkla maruz kaldıklarını gösteriyor, neyse ki Tove o kadar eziyet görmüyor. Polisler gelip babasını götürmüşler Rapunzel’in, Carlsberg’de çalıştığı için sağlam içiyormuş, neyse ki Tove’nin babası içki içmezmiş(?) ve hiç hapis yatmamış. Kabusları da kaçırıyormuş arada, Tove odasında asılı olan elbiseleri gece vakti hayalete benzetip haykırınca babası gelir, öcüleri kaçırırmış. Yaşa baba. Sonra yaşama baba, Ditlev’in de zehirli erkini göreceğiz zamanla.

Tove okuma yazmayı altı yaşında sökmüş, hemen okula verecekler ve Tove annesinin öfkesini biraz olsun yatıştıracağını düşünerek sevinecek. Hikâyeler hikâyeleri doğuruyor, annenin acılarına küçük pencerelerden bakabiliyoruz, Tove okula başlamadan önce abisiyle birlikte kısa süreliğine Agnete teyzeyle Peter amcada kalmış çünkü annenin midesi bozulmuş. Edvin gülmüş, annesinin aslında düşük yaptığını izah etmiş. “Karnında bir çocuk varmış ve içinde ölüp kalmış. O zaman, annemi göbek deliğinden aşağı doğru kesmişler ve çocuğu çıkartmışlar. Anlaşılmaz ve ürkütücüydü bu. Hastaneden döndüğünde, lavabonun altındaki kova her gün kan doluydu.” (s. 14) Dünyayı mevcut bilgisiyle tamamen görünür kılamayan altı yaşında bir çocuk için ne dehşet, Tove hemen Zacharias Nielsen’in öykülerinden benzerlikler çıkararak taş gerçeği pamuk kurmacayla dengelemeye çalışıyor. Birkaç yazar daha geçecek anılardan, karanlıkta kalan ne varsa kitaplardan gelen ışıkla belirginleşebilir. Kimse işini kolaylaştırmıyor çocuğun, Edvin çok tuhaf bir çocuk olduğu için Tove’nin okulda sürekli dayak yiyeceğini söylüyor mesela, okulun müdürü kendi metotlarıyla okuma yazma öğrettiklerini söylüyor anneye, Tove şanssız. Gerçekten de sıkıştırıyorlar çocuğu okulda, öğretmenlerin dikkatini çektikçe Tove göze batmaya başlıyor ve olmadığı biriymiş gibi davrandığını düşünenler itip kakıyorlar. Her insanın kendi gerçeğinin olduğunu biliyor Tove, bu yüzden aynı kefeye koyduğu insanlar yok, daha da önemlisi kendi gerçeğini istediği kadar saklayabilir, içini tamamen açmasını gerektirmeyecek kadar kurnaz. Babasının işten kovulduğu zamanlarda kuytuya saklanıp gözlemleyebiliyor olan biteni, bayat ekmek yemenin utançla çok az ilgisinin olduğunu anlıyor, kız çocuğundan şair olamayacağını duyduğunda kırılıp üzülüyor ama içine çekilerek kurtulabiliyor fırtınadan. Edvin, anne, öğretmenler ve sınıf arkadaşları, üzerine kim gelirse çarpacakları duvar hazır. Gerçi yaralarını fark ettikçe affediyor mu Tove, harcanmış potansiyelleri gördükçe yumuşuyor mu, belki. Annesinin geçmişini düşününce üzülmeyi biliyor en azından, kadının istediği kadar alışveriş yapabildiğini, danslarda her gece yeni bir sevgili edindiğini biliyor, anne bazen anlatıyor uçarı zamanlarını. “Ditlev denen adam” hayatına hiç girmeseydi kim bilir daha neler yapardı, düşünürken şöyle bir dalıyor ve hayallerden kurtulup karşısında Tove’yi bulunca yüzü kararıyor. “Çocukluk, korkudan titreyerek, ümitsizce, parmak uçlarına basarak kaçmaya çalışsa da, henüz çok küçük ve ancak seneler sonra ıskartaya çıkarılabilir.” (s. 27) İkilem: anneye yakın olabilmek için bir an önce büyümek veya çocuk kalarak o büyüyü sonuna kadar yaşamak, Tove iki uç arasında gidip geliyor. Aileye dair trajediler ürkütücü, bu yüzden büyümekle ilgili bölümde “çocukluğun kan kokması” anlamlı, annesi kızına çocuk yapabileceğini söylediği zaman Edvin’le evlenmeyi düşünüyor Tove, en yakınında o var ama ters bir şeyler var, o olmaz. Çocuk yapmayı biliyor, aynı odada uyudukları için annesiyle babasını gözlemlemiş, kolay iş, doğru insanı bulmaya kalıyor.

Cesur Ruth’la hırsızlık deneyimleri, fahişelerin gezindiği yerlerde dolaşarak dünyanın ne kadar büyük olduğunu anlama çabaları, Tove tam bir kâşif. Ketty’ye içtenlikle üzülüyor, yeni tanıştığı insanları hemen kollamaya başlamasına rağmen babanın sertliğine direnemez. Çocuklar etkilenmesin diye fahişeyi göndermek istiyor baba, anneyse kadının hayat dolu olduğunu, zaten civardakilerin kendisini de sevmediklerini söylüyor. Baba kızgın, anne o orospuyla kıyaslamamalı kendini, üstelik kendi parasını kazanmak zorunda kalmamışken. Çatışmalarla dolu çocukluk, Tove erken büyümek zorunda. İkinci metinde gençliğini göreceğiz, tanıştığımıza sevinmekle yetinelim şimdilik.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!