Hayreti mucip bir vaka gerçekten, muhtemelen Balıkesir civarlarındaki küçücük bucak birkaç yıl içinde nükleer güçle aydınlatılacak noktaya gelmişse, her yerine fabrikalar kurulmuşsa yatırımcıların işidir elbet, çok yaşasınlar. Yaşamın olağan akışına uymayan sayısız ayrıntıyı görmezden gelip üç beş bin kişilik gurbetçi kalabalığının kurduğu yapıyı incelersek K.’nın sermaye nedir, kapitalizm doğayı nasıl sömürür, şirketlerin devletleri “satın alması” nasıl gerçekleşir, bunlara kafa yorup da kurguyu oluşturduğunu görebiliriz, her hikâyede mevzunun başka bir yönünü, rıza üretiminden kamusal alanların işgaline kadar pek çok çürüğü açığa çıkarır K., makinenin tak tuk işlediğini gösterir. Küçük Almanya’yı yaratan insanların bir noktaya kadar başarılı olduklarını söyleyebiliriz ama sürdürülebilirlik konusunda tipik sorunlar yaşarlar, ağır sanayiyi kurduktan sonra rüşvettir, yolsuzluktur, bir dünya alavere alıp başını gidince işçilerin bölünüp yönetilmeleri için geliştirilen stratejilerin işe yaramayacağı, suyun iyice kaynadığı noktada dış güçler meseleye dahil olur, Kayabaşı’nı hacamat eder, yoksa proleter devrim patronların bütün numaralarına rağmen patlayacak gibi görünüyordu. Belki de fazladan bir parça ekmeğe razı gelecekti işçiler, kim bilir, aralarında tamah edecekler de var. Şalterin nerede atacağı belli değil ama Alamancıların durmayacakları besbelli, Ankara’ya kadar gidip yokuşları şıp diye aşmaları, her seçimde muhalefete oy verdikleri için iktidarın öfkesiyle cebelleşen, en basitinden akşamları karanlıkta bırakılan Kayabaşılılara elektriği şak diye getirmeleri ne kadar güçlü olduklarının kanıtı. Hikâyenin bazı kısımları kasten ham da bırakılmış olabilir, mesela üç bin işçinin birkaç yıllık birikimleriyle o kadar büyük bir atılımı gerçekleştirebilmeleri eh, Almanya gibi bir yerden para babalarıyla bağları yoksa. Hani evler tamam, fabrika da kurulabilir belki, bunların yanında evler inşa ettirilebilir ama zenginleştirilmiş uranyum satın almak, nükleer tesis kurmak falan uç. Kurdan kaynaklı diyeceğim, 1 birime 300 birim gibi bir durum var ama yine yetmez, üstelik devlet iflas bayrağını nasıl çekmiyor öyle bir durumda, un alacak parasının kalmamış olması lazım. Sonlara doğru IMF’den kredi mredi ayarlıyor Alamancılar, gidişatı değiştirmeye çalışıyorlar da geç kalınmış olması lazım. Her neyse, hikâyenin bütünlüğünde ve kendi gerçekliğinde bir sorun yok, bir uygarlık doğuyor ve göçüyor, ağır sanayi hamlemiz yerin dibini boyluyor, dünya memleketimizin yükselmesine izin vermiyor, başarılar cezasız kalmıyor. Ses kayıtlarından dinliyoruz olanları, faciadan yirmi küsur yıl sonra gazetecinin biri bölgeye gidip tanıkları konuşturuyor, elimizdeki metin bu tanıklıklardan ibaret. Her bölümde anlatıcı değişiyor tabii, K. farklı anlatıcıları farklı seslerle konuşturmayı başarmış ama sondaki paralı asker sakil duruyor açıkçası, Amerikalı bir ölüm makinesinin kahvedeki Hilmi dayı gibi konuşması matrak, bunun dışında bazı arkadaşlarının öldüğünü ekibi toplamaya çalışırken öğrenmesi, baskın sırasında kullanılacak hoovercraft (?) gibi kallavi araçları, havanları paraşütle indirmesi uçuk ama bakmayacaktık bunlara. Şunu demezsem çatlarım ama, paralı askerin bütün operasyonu detaylarıyla anlatması, örgütlenme biçiminden kullanılan silahlara kadar her şeyi saçıp dökmesi ne ola, emekliliği gelmiş bir adamın son şımarıklığı mı? Mesela sondan bir önceki bölümde TBMM’de yaşanan tartışma belki parodiye kaçıyor ama hikâyenin absürtlüğü kaldırıyor o faslı, çok ciddi bir oyun oynandığının farkındayız ve iştirak ediyoruz, ikna oluyoruz en azından, Meclis’te küfürlerin havalarda uçuştuğu hatta cinayet işlendiği malum. Geri kalanı kronolojik giden bir çizginin farklı karakterlerce anlatımı: Gurbetçiyle evlenip Kayabaşı’na gelen Helga da var tanıkların arasında, Kayabaşılı yoksul Necati Çakır da var, muhtelif görevden muhtelif insan. Şu da var, gazeteci 1982’li, konuşanlardan biri yirmi dört yaşındaki bir gencin DP’yi falan bilemeyeceğini söylediğine göre kayıtların alındığı yıl 2006. Şimdi bu kadar uzak bir tarihe koşullanmış anlatıda konuşanların döneminden pek çok siyasi, toplumsal olay anılıyor haliyle, lakin 1980’le 2006 arasından hiçbir şey yok. Kitap 1980’de basılmış, hikâyede tarihin akışı o yılda kesilmiş gibi görünüyor, bunu da bir arıza olarak görmek lazım. Kayabaşı ortadan kaldırıldıktan sonra nelerin yaşandığını, neyse, hikâyenin tamlığı.
Mockumentary dalgasının metin hali, konuşanların boş muhabbetleri de karışıyor araya ama gazeteci yeri geldiğinde kapatmış kaydı, cızırtılar cozurtular italik, parantez içinde gürültüler falan veriliyor arada. 2006’da bant nedir bu arada, o ayrı. Seyit Ali Hacıbaşoğlu konuşuyor ilk, Kayabaşı’nın panoramasını çiziyor: Cumhuriyet Kıraathanesi bucağın toplanma alanı, herkes işinde gücünde, olaylardan sonra sakinlemiş bir yer Kayabaşı. Memleket meselelerine o kadar hızlı dalmasını beklemeyiz belki, doğup büyüdüğü yeri biraz daha anlatabilirdi ama insanımızdır Hacıbaşoğlu, hemen 12 Mart’a atlayıp bölgenin siyasi haritasını çıkarır. Darbeci değildir bir kere, kıçına cop sokulan insanlardan bahsederek tepkisini gösterir, sağla solu birbirine tokuşturarak ikisinin de aynı şey olduğunu söyler, ikisi de para babalarını beslemek için iyi bir icattır. Particilik yüzünden kahveler ayrılmış, kardeş kardeşe düşman olmuştur bir zaman, o dönemin daha bir detayları Refik Halid Karay’ın gezi yazılarında bulunabilir. Evet, okumuşu okumamışı, candarması sivili, kravatlısı kravatsızı, padişahı mebusu hiç bakmamıştır Kayabaşı’na, orası güdük kalmıştır, yoksulluk alıp yürümüştür, başa ne geldiyse bu yüzden gelmiştir zaten. Aliesker nam kişi önce Çukurova’ya gider, sonra Ege’ye geçerek inşaatlarda çalışır, ardından Almanya’ya göçtüğü gibi mektupları döşenir, herkesi Almanya’ya çağırmaya başlar. Hayda bir göç, bucakta insan kalmaz neredeyse, gidenler bir süre sonra ailelerini de yanlarına aldırırlar, ailesi olmayanlar orada Alman kadınlarla evlenip Türkiye’ye getirirler. Dünyayı öğrenmişlerdir artık, eşşek gibi çalışmanın ödülünü memlekette rahat yaşayarak alırlar ama Kayabaşı da çorak bir yerdir yani, doğru düzgün ev bile yoktur. İşçiler “yeter çalıştığınız, yavaştan evinize dönün” politikası gereği paketlenmeseler yazdan yaza gelmeleri yetecek, yoklukla yüz yüze gelmeyeceklerdi ama eşleri ve çocukları gibi kendileri de Alman standardını benimsemişlerdir, mesela orada sıcak su akar musluktan, susayınca bira içilir, yemek işi beş dakikada şipşak halledilir, kısacası Kayabaşı’nı adam etmek lazımdır ki oradaki seviye korunsun. Hacıbaşoğlu konuşmuyor artık, çıkalım oradan, tren istasyona yanaşıp Alamancılar trenden inince dehşete düşerler ama uzun sürmeyecektir bu düşüş, bir süre sonra imar işlerine başlarlar. Birahane, market, şu bu açılır, fabrikalar kurulur işte, sosis ve bira gibi temel (!) ihtiyaçlar üretilirken ülkenin her yerinden işçiler getirilir. Kayabaşı küçük bir Almanya’dır artık, Almanya’ya gitmek ve orada yaşayabilmek için sağa sola para saçmak zorunda kalan işçiler burada da eli cebe atmak zorunda kalırlar, iş bulmak için komisyonculara para verirler, ev tutmak ayrı derttir, bir de kazandıklarını harcamaları için açılan ıvır zıvırcılar çoğalır, böylece geleceklerini ipotek ederler. Patronlar kendi güvenlik timlerini oluşturarak işçileri takip ettirirler, gerektiğinde grev kırıcıları işe koşarlar, giderek zenginleşirler. Ülkeye milyar liralık bir kredi ateşledikten sonra IMF’yi de araya sokarlar ama hoş bir ayrıntı, ne konuşulduğunu tam olarak anlayamayız çünkü kaydın o bölümü cızırtılıdır, tahrif edilmiştir besbelli, casuslar oraları gırç gırç bozmuşlardır. Hasılı bu Alamancılar da çok olurlar bir gün, nükleer işlere karışıp kendi nükleer silahlarını bile üretirler, dünya için tehlikeli hale geldiklerinde birileri fişi çeker. Döngü tamamlanır, tekrar başlar, katliamdan sonra tekrar Avrupa’ya gitmeye başlar bir avuç Kayabaşılı.
Hiciv var, mizah var az, bizde örneği pek görülmeyen bir metin. Arızalarıyla da iyi, tavsiye ederim.
Cevap yaz