Şükran Kurdakul – Kurtuluştan Sonra

Asım Bezirci’ye göre Kurdakul sınıfsal bir görüşle yaklaşıyor öykülerine, en bireyci öykülerinde bile bu duyarlılığı görmek mümkün ki toplumcu bakışla yeni alanlar açmadığı karakteri yok gibidir Kurdakul’un. Öykünün özgül yapısını bozmaz bu iş, rahat ve yumuşak bir şekilde gerçekleşir, yine Bezirci’nin yorumu. Şu da Necati Güngör’ün yorumu, kısacık ve öykülerin niteliğini tam veriyor: “Fazladan söylenmiş bir söze, gereksiz bir kıpırdanışa raslamak olanaksız. Titiz bir kuyumcu işçiliğiyle işlenmiş hikâyeler.” Kurdakul’un dil hassasiyeti minimalizme varmayan bir tasarruftur. Özen, denge, dirayet, kifayet, mesela benzetimler hikâyede olanların sınırındadır en fazla, Çıracıoğlu’nun bir metninde gördüğüm korkunç örnekle anlatayım. Mevzu deniz, dil deniz, hikâye deniz, iki denizci arkadaşın yakınlığını Divan edebiyatının vezinle örülmüş sıkı yapısına benzetmemeliyiz çünkü onun orada ne işi var. Kısaca Kurdakul’da fazladan tek bir sözcüğe rastlamayız, rastlamak kötü bir şey değildir hatta rastlamamak kötü olabilir ama öyküler öyle bir kurulmuştur ki fazlalığı hemen belli eder. Konuları da hoştur, yakın tarihimizin önemli şahıslarından bazıları kurgulanmıştır, kriz anlarında akıllarından geçenleri görürüz. Araya sıkıştırmalı: Kurdakul belli bir yapıdan pek şaşmasa da değişik biçimler denediğini görebiliriz, “Artin Kemal”de olduğu gibi. Kayığın açıklarından geçtiği mahaller bölüm adları olarak karşımıza çıkar, “Adalara doğru” ilerlerken “Kartal’a Yaklaşırken” bölümüne varırız, yolculuk İzmit’te bitecektir. Kemal o yolculuğun hiçbir yolculuğa benzemediğini fark eder, İttihatçılar tarafından hapse atıldığı zaman üç günde kurtulduğu gibi kurtulamayacaktır o kayıktan. Belki bir özel af, bir sürgün, bir şekilde yırtabilir çünkü kabinede Rıza Nur var, hapisteki üç günü paylaştığı arkadaşı bir çıkar yol bulabilir. Heykel gibi kıpırtısız zaptiyelerinin sessizliği boşa nefes harcadığını düşündürür, konuşmaz daha fazla, bir tek sigara içmek için izin alır. Geçmişini düşünür, Paris’te Albert Sorel’den aldığı derslerin birikimini Mekteb-i Mülkiye’de yüzlerce delikanlıya aktarırken bir gün o öğrencilerden medet umar hale geleceğini neden kursun, döneminin en güçlü adamlarından biridir Kemal, Doğu’nun Ermenilere satılması gerektiğini söyler, “üç buçuk serüven düşkünleri”nin Anadolu’da tepeleneceğini dile getirir, İngilizlere kucak açar Kemal. Yazı üzerine yazı patlatır bir dönem, Hüseyin Cahit’in zavallılığıyla dalga geçer, kimse onun gibi yazmamıştır. Şiirleri “heves ürünü” olarak geçer hikâyede, romanları ve yazıları daha etkili olmuştur, Anadolu’da yavaş yavaş biçimlenen hareketi biraz olsun yavaşlatmıştır sanıyorum. Nedir, yanıldığını söyler ve iç monoloğunda bile kendini kandırmaya çalışır, nihayetinde utanır. “N’apalım yani! Barış istiyorduk. Bize barışa uygun gibi görünen gözlemleri ifade ediyorduk. Mustafa Kemal için Kürt Mustafa divanı harbinden idam kararını ben mi çıkardım? O bile, belki de Sakarya Savaşları’na kadar bilir miydi sonun böyle geleceğini… N’apalım yani, onlar görmüş, biz görmemişiz… Yanılmışız… Daha geçen hafta açıkça yazmadık mı? Yanılmışız demedik mi? Sevmesek bu vatanı, bu insanları, canımızı kurtarmak için İngiliz Kumandanlığı’na bir haber yetmez miydi? Başvurduk mu?” (s. 17) Başvurmuştur da yediremez işte, İzmit’te yargılanana kadar kendi kendiyle çekişir. Siyasi doğrularından başka bir şeyi savunmadığını söyler, subayların yanında dışarı çıkarken dağınık kalabalığın toplandığını görür. Kimse korumaz onu, halkın haykırışlarıyla başlayan linç ancak öldüğünde biter. “Artin Kemal!” diye haykırırlar, ayağına ip bağlayarak cadde sokak sürüklerler. Ali Kemal’in öyküsüdür bu, bir kısmı Halide Edip’inkine benzese de sonları aynı değildir, Halide Edib’in söylediklerinin Ali Kemal’in söyledikleriyle aynı olmasına rağmen. “Cicibaba” küçük bir ailenin sıradan günlerine yoğunlaşsa da kırdığı çarkla mevzuyu yine kurtuluş sonrasına getirir. Fikret babasının resimlerine bakmaz, ailenin karanlık kısmında bağımsızlık mücadelesi sırasında yok olan babanın acısı vardır. Geçinmek giderek zorlaştığı için Fikret’in annesi koca evin bir bölümünü kiraya verir, çolak yüzbaşıyla eşi evi beğenip hemen taşınırlar. Fikret yeni komşular hemen alışır, evlerine gittiğinde yüzbaşıyla zaman geçirmeye bayılır. Yüzbaşı “aslan” diye çağırır çocuğu, pek severler birbirlerini. Fikret karanlığı dağıtmak için sözü savaştan açsa da yüzbaşının yüzü bulutlanır hemen, hiçbir şey söylemez, konuyu değiştirir adam. Bir gece Fikret yataktan fırlar ve askerlik hayallerini rafa kaldıracak sözleri duyar, yandaki odadan gelen haykırışlar savaş anlarının en harlı zamanlarını anlatır. Yüzbaşı zaten az konuşur, sevgisini esirgemez ama dile de getirmez, aslında hangi şeytanlarla boğuştuğunu öğrenince Fikret her şeyi anlar. “Anası” ve “Hapisteki Yargıç” bağlantılı öykülerdir, ilkinde çocuğunun bir yazısı yüzünden hapse girmesiyle mahvolan bir annenin mücadelesini görürüz, düşünce suçundan ötürü ölümle yüz yüze gelen parlak tahsilli oğlunun halini düşünen anne sık sık hapishaneye giderek oğlunu ve diğer oğulları görür, ta ki oğlanın İstiklâl Mahkemesi’ne çıkarılacağını öğrenene dek. İkinci öyküde oğlanı hapse atan yargıcın da paketlendiğini görürüz, rüzgârın yönü değişince kendi yönünü de değiştirmesi gereken yargıç geç kalmıştır dedim ve araya bir şey daha ekledim: Kurdakul’un eleştirmediği kesim yoktur, İstiklâl Mahkemeleri’ni, CHP’yi, DP’yi, tüm çarpık kişi, kurum ve kuruluşları soyar, basit bir gerçek kalır geriye. “Gazi de bir şey yapmıyacak mı? Kendi eliyle milletvekili seçtirdiği, İstiklâl mahkemelerine başkan İş Bankasına yönetici yaptığı; bakan koltuğuna oturttuğu Topçu İhsan, şu karanlığa itilmişken o da bir şey yapmayacak mıydı?..” (s. 49) Pek çok suçlamayla karşı karşıyadır da esas suçunu bilir, Meclis kürsüsünde İsmet Paşa’ya karşı yaptığı konuşma kulaktan kulağa yayıldıkça tehlikeli hale gelmiştir adam, ortadan kaybedilir.

“Baskın” esas hikâye hemen pörtlemesin diye önden gönderilen bir yan hikâyecikle başlar. Vasfiye Hanım şişleri elinden bırakır, gelinine bakar, on yılda derinleşmiş yüz çizgilerini ve gelininin gençliğini görünce geçmişe gider, Kurdakul’un öykülerindeki karakterler sık sık geçmişe giderler, anılarla kurgunun karışması hikâyelerin zenginleşmesini sağlar. Nedir, Vasfiye bir gece evini basan adamlara hiçbir şey söylememeye niyetlidir, ayağına vuruldukça bilmediğini, görmediğini haykırır. Ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz bunun, Vasfiye uzunca bir süre dayanır, bahçedeki kümese gizlenmiş Kara Kemal’se işkencenin bitmesi için teslim olmayı aklından geçirse de geçmişine, İttihat yoluna sığınacaktır. Bir süreliğine, dayanamadığı zaman araya on yıl sonraki Vasfiye çoktan girer, geliniyle gündelik muhabbetini sürdürmeye çalışıp hem gördüğü işkenceyi hem de kümesten çıkıp kafasına sıkan Kemal’i hatırlamamacasına unutmaya çalışır.

“Demokrat Mustafa”yla bitireceğim, Kurdakul’un defalarca gömdüğü DP’nin allem kullem yollar vasıtasıyla zaferinin birkaç yıl ertelendiği dönemde İsmet İnönü’ye hakaret ettiği söylenen bir adamın hapse atıldığı öyküde CHP’ye yöneltilmiş ağır eleştiriler arka arkayadır. Mustafa’nın hapisteki arkadaşları da Mustafa’dan geri durmaz, çoğu zamanında yurtlarının bağımsızlığı için savaşan bu kahramanların isyanlarına denk geliriz. Adnan nam efsane mertebesine ermiş bir adam “Pilli Paşa” yüzünden oradadır, etrafındakilere memlekette neyin yanlış gittiğini anlatmaya niyetlenir ama bir yıllık cezasının yüz bir yıl olmasını istemediği için susar.

Sendikal hareketler yine genişçe yer bulur bu öykülerde, sendikaların eşitlikçi bir yapıya kavuşması için içteki düşmanlarla mücadeleyi kafasına koymuş başkanın toplantılara katılmayan üyelerden para cezası toplanmasına karar vermesi muhtemelen koltuktan düşmesine yol açacaktır ama doğru olanı yaptığı için vicdanı da rahat olacaktır. Bu kısacık bir öykü, bazı öyküler oldukça uzun.

Kurdakul’dan çok iyi bir kitap, diğerlerine bakalım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!