Marenostrum’un müstesna bir parçası, 1987 tarihli 18. baskıdan çevrilen bir tanıklık. Başta Ahmet Çınar’ın bir yazısı var, değinmek isterim. Bozkırkurdu’na değiniyor Çınar, ardından bu metnin çevirmeni Osman Bleda’nın yaşamını anlatmaya başlıyor. “Çağdaş Yunan edebiyatının Türkçe’deki en yetkin çevirmenlerinden birisi olan, ama ‘edebiyat çevreleri’ denilen o despotik, kapalı, seçkinci çevrelerde bir türlü tanınmayan, tanınamayan, tanınmak da istemeyen Osman Bleda…” (s. 7) Bleda ve Bozkırkurdu Çınar’ın imgeleminde bir. “Haymatlos”, “yalnız kurt”, malum serinin temellerini attığı için saygıyla anılmalı. 1944 Manisa doğumlu, aşk yüzünden lise terk, “zorunlu ve sorunlu” asker. İstanbul’da ticari mektup çevirmenliği yaparken Akdeniz’in çağrısına karşı koyamıyor ve Hollanda bandıralı bir gemiye tayfa olarak katılıyor. Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da ve İskandinav limanlarında dört yıl geçiriyor, Hollanda’ya yerleşiyor sonra. Vatandaşlık alıyor, işsizlik maaşıyla geçinmeye çalışıyor, Amsterdam Belediyesinin sosyal konutlarına yerleşiyor. İlhami Soysal’la, Talat Halman’la mektuplaşıyor, ülkesiyle bağını tamamen koparmamaya çalışıyor, çeviri serüveni bu dönemde başlıyor. Benden Selam Söyle Anadolu’ya‘yı okur okumaz vuruluyor, ardından Loksandra nam, İstanbul’da geçen romanı okur okumaz daktilosunun başına oturarak metni Türkçeye çeviriyor, önceden kitaplarını okuduğu Belge Yayınları’na yolluyor. Ragıp Zarakolu bu metinle birlikte Marenostrum’u başlatıyor 1990’da, ardından serinin diğer kitapları peş peşe geliyor. Adam Sanat, Türk Dili, Birikim gibi dergilerde yazılar, çeviri çalışmaları, Bleda ömrünü edebiyata adıyor. 2000’de Manisa’ya dönüp birkaç ay boyunca otelde kaldıktan sonra Yunanistan’a, Malta’ya ve son olarak Amsterdam’a gidiyor, Budist öğretilere uyarak akışkan bir dünya üzerine köprüler inşa etmiyor, çevirilerinden başka bir şeyle uğraşmıyor. Gezgin, göçmen, vatansız. Bleda’nın hikâyesi bu.
Sonda da ayrıca bir bölüm var, “Hikâyenin Hikâyesi”. Stratis Dukas 1928’de çıktığı ilk gezilerinden birinde Ekaterini civarındaki muhacir köylerine gidiyor, kahvehanelerden birine oturuyor. Orta boylu, geniş göğüslü, sarışın, mavi gözlü bir adam giriyor kahveye, herkes bir ağızdan: “Nah işte, Türk numarası yaparak kurtulanlardan biri.” diyor. Dukas’ın önünde henüz keşfetmediği bir hikâye duruyor, biraz uzoyla birlikte muhabbet başlıyor. “Adam “Turkofonos” ama şark masalcısı!” (s. 78) Sözlük’ten baktım, Karaman Rumlarına da “Türkofon” denirmiş, tek kelime Yunanca bilmedikleri halde mübadelede gönderilmişler. Ne acı. Bu sözcük hakaret olarak da kullanılıyor tabii, bizdeki “palikarya”nın karşılığı gibi bir şey olsa gerek. Neyse, adam başına gelenleri anlatıyor, Türklerin yaptığı gibi fiilleri cümlenin sonuna koyuyor, düzensiz anlatımı Dukas’a Eski Ahit’in üslubunu anımsatıyor, kadim bir hikâye dinliyor sanki Dukas. Adamın söylediklerini yazıya geçiriyor, ardından imza attırıyor: Nikolas Kazakoğlu. Bununla kalmıyor, Kazakoğlu’nun Türk rolü yaparken yanında çalıştığı Hacı Mehmet’e bir mektup yazıyor, Behçet’in aslında Nikolas olduğunu, yeni vatanında yaşamını sürdürdüğünü söylüyor. Matrak bir anı daha var, Dukas bu hikâyeyi kitaplaştırdıktan sonra tekrar o köye gidiyor ve Kazakoğlu’yla anlatıda da geçen arkadaşını buluyor. Arkadaş kurgu gereği ölmüş, bu yüzden kekeleyerek kendisini neden öldürdüğünü soruyor Dukas’a. Yazar cevap veremiyor, yanında getirdiği kağıtları bırakarak ayrılıyor köyden. Maksat Kazakoğlu’nun anılarını yazıya da geçirmek, ne ki hikâye anlatıcılığı yazmaya hiç benzemediği için başarısız oluyor Kazakoğlu, yine de kitabın yeni baskılarında anıları da esas metinle harmanlanıyor. Bu durumda anlatılanların ne kadarı Kazakoğlu’nun, ne kadarı Dukas’ın, bilemiyoruz. Kopukluklar var bu yüzden, örneğin anlatının başlarında esas oğlanın kardeşi de var, firar sırasında kayboluyor ortadan. Kurgu gereği eklenen, çıkarılan olaylar vardır elbet, yaşananları bu bağlamda düşünürsek abartılan, belki de hafifletilen bölümler de vardır, olası.
Esas hikâye İzmir Felaketi’yle başlıyor, genç adam annesi ve babasıyla Punta’da, limanda dururken Türkler mekanı basıyor, genci ailesinden ayırıp esir ediyor. Diğerleriyle birlikte barakalara götürülüyor genç, sopalarla dövülüyor, dayak yiyenlerden bazılarının küfürler eşliğinde götürüldüğünü görüyor. O akşamdan sonra her gece koğuşlardan birileri alınıp götürülüyor, ardından silah sesleri duyuluyor. Birkaç gün sonra subayın biri gelip herkesi dörderli sıraya sokuyor, uzun yürüyüş başlıyor. Yolda yerleşim yerlerinden geçerlerken halk ellerine ne geçerse fırlatıyor, eziyet ediyor. Fransız bahriyeliler esirlerin haline gülüyorlar arada. Oradan geçen bir hafız subayı durduruyor, kitabın böyle yapılmasını yazmadığını söylüyor. Anlatının bir yerinde de imamın biri yemeleri ve içmeleri yasak olan esirlere su ve ekmek getiriyor, hızlı hızlı yiyip içmelerini diliyor ki subaya yakalanmasın. Esirler güneşin altında bekletiliyorlar, yol boyunca eziyete maruz kalıyorlar. Köylerden ihtiyarlar fırlayıp ellerindeki bıçaklarla saldırsalar da subay durduruyor onları, kalabalığa savaşta hiçbir işe yaramadıklarını söyleyip aşağılıyor. Parası olanlar yolda su satın alıyorlar, diğerleri için sidikten başka içecek bir şey yok. Kaçmaya çalışanlar hemen vuruluyorlar, yol boyunca yanmış, dumanı tüten köylere rastladıkça subayın davranışları giderek sertleşiyor, katlanılmaz hale geliyor. Bir yerde subay durduruyor kafileyi, “Siz yıktınız, siz yapacaksınız,” diyor ve zanaati olanları bir kenara ayırarak ekmek yaptırıyor, binaları inşa ettiriyor. Ertesi gün sabahtan muhtarlar gelerek esirleri seçmeye başlıyorlar, iş bilenleri kendi köylerine götürüp çalıştırıyorlar. Kafa dengi birini bulan gencimiz ilk gece kirişi kırıyor, firariler köpekleri atlatarak özgürlüklerine kavuşuyorlar. Korku dolu günler, haftalar başlıyor, civardaki değirmenlerden çaldıklarını yiyorlar, yakalanmamak için mağaralarda yaşıyorlar. Efeler, kafileler geçiyor yanlarından, ya gizleniyorlar ya da cesaretlerini topladıkları zamanlar Türk taklidi yaparak belayı savuşturuyorlar. Ayrılık vakti gelince iki ay sonra Tire’de buluşmak üzere ayrılıyorlar, gencimiz çobanlık yapabildiği için iş bulması kolay oluyor. Merhametli, iyi kalpli bir zenginin, Hacı Mehmet’in yanında çalışmaya başlıyor. Adı sorulunca Behçet cevabını veriyor, yeni kimliğine alışıyor hemen. İlk günün sofrasında Hacı’nın bir şey yemediğini görünce merak ediyor, Hacı oruçlu olduğunu, Yunanlar giderse üç yıl oruç tutmaya ant içtiğini söylüyor. O günden sonra işe başlıyor Behçet, süt üretimini artırıyor, hayvanlara iyi baktığı için Hacı’nın saygısını ve sevgisini kazanıyor. Hacı, yeğenlerinden birini Behçet’le evlendirmek isteyecek kadar güven duysa da Behçet’in farklı bir planı var, iki aylık çalışmadan sonra arkadaşıyla buluşacak, sonra duruma göre Yunanistan’a gitmeye bakacaklar. Bu sürede bayram geliyor, şehre inip üst baş alırlarken Behçet’in ödü kopuyor, tanıdık birilerine rastlarsa kurtulma şansı yok, birkaç gün önce Türk taklidi yapan birini asmışlar. Anlatılanlardan bu asılanın arkadaşı olduğunu anlıyor Behçet, bir an önce kirişi kırmaya karar veriyor. Bayram namazı bir başka tehlikeyi doğuruyor, Yunanlara edilen küfürlere gönülden katılan, Türklerin her yaptığını taklit eden Behçet namaz kılmayı bilmiyor haliyle, soğuk terler dökse de bir şekilde kurtuluyor o durumdan.
Günü gelince Hacı’nın yanından ayrılıyor. El sıkışıyorlar, Hacı üzülse de yapabileceği bir şey yok. Gerisi tren yolculuğu, ardından İstanbul’a giden bir gemiyle seyahat. Midilli açıklarına geldikleri zaman kendisine yardımcı olacak birkaç kişi buluyor Behçet, bir kayığa atlayıp esaretten kurtuluyor nihayet. Mutlu son, ölüm korkusu olmadan yaşayabilir artık.
Çiğ bir üslubu var metnin, dünyanın öbür ucundaki başka bir kaçma hikâyesini anlatan Karanlıkta Bir Nehir‘e göre daha az “işlenmiş”. Doğallık katıyor bu, güzel ama bu doğallık da kurgu kokan noktalarda ortadan kalkıyor, anlatıyı vasatlaştırıyor. Yine de okunası bir metin, bağımsızlık mücadelesinin karşı kutbundaki olayları, bakış açısını görmek ilgi çekici.
Cevap yaz