Philippe Soupault – Görünmeyen Yönleriyle

Apollinaire’in ünü yayıldıkça, aslında tam da istemediği şey, anıtı yükseliyor, aslında tam da istediği şey. Sınırlarını bilmeyen biri, sınırları belli olsun istemeyen biri. Nadir kitaplara düşkün, kuralcı, resmî kurumlarca övülmeye bayılıyor, tuhaf insanlarca övülmeye bayılıyor ve bunların tam tersi. Popüler olmak istiyor, karalandığında üzülüyor, iftiraları duyunca üzülüyor, aslında söylendiği gibi biri değil veya tam da öyle biri. Skandallar yaratır, insanları kızdırır, kurmaca bir metinde Kafka ve Brod’la birlikte meşhur bir tabloyu aşırmaya çalışır. Kafka’nın uçlara sürüklenmesi Paris’in büyüsüyle mümkünse o büyü ruhuna kadar işlemiştir Apollinaire’in, daha fazlasını yapar. Cesurdur, şairdir, dönemin tüm tanınmış ressamları ünlerini biraz ona borçludurlar. Sevdiğini gerçekten sevip kollar, sevdiği şair olsun olmasın. Kimsenin öğretmeni olmak istemezmiş, Soupault’ya söylediği. “Şiirin işgali altında”, savaş yıllarında. Daha hızlı gitmek istediğini dizelerine kazımıştır. Dükkâna girer, bütün nesneleri inceler, Proust’un bir çiçeğin önünde on dakika durması gibi şeylere saygılarını sunar. Öldüğü odada Picasso’nun, Braque’ın tabloları asılı. Akademizme yüz vermiyor, “yeni ruh” kimdeyse onu fişekliyor, çağdaşlarından çeyrek asır önde. “Yazdıklarının çoğunu, başkaları güzel bulsa bile, kolaylıkla çöpe atabiliyordu. Denemekten yılmadığı için bir süre sonra bir başka şiirde aynı sesi ve aynı dili yakalayabiliyordu. Aynı kaygıyı başka şairler için de duyuyor, tekrara düşmemelerini istiyordu.” (s. 8)

Küçük yapraklı bir ağaç René Crevel’e benziyor, René Crevel’e göre de küçük yapraklı bir ağaç René Crevel’e benziyor, hızlı hızlı konuşurken ağacın hakkını veriyor Crevel. Çok üşüyen biri, tepeden tırnağa titriyor, ağacı dolanan hafif rüzgârda sallanan dallar gibi sallanıyor Crevel, kalan zamanında her şeye isyan ediyor ki Soupault da isyan ettiği için dostlar. Asidir Crevel, saçma sapan züppelerle bile görüşüyor, sanıyorum bu saçma sapan kişilerle görüşmek gerçeküstücülerin absürde duydukları ihtiyaçtan kaynaklanıyor. İsyanını ifade etme ihtiyacından, Crevel isyan edecek bir sürü şey bulmasının yanında züppelere de isyan ediyordur. Koşulsuz bir şekilde sunuyor varlığını, kadınlar canını yakıyor, insanlar üzüyor ama sevilmeyi bilmeyen insanlar yüzünden sevmekten vazgeçmiyor. Kimin sözüydü bu. Aşırı kibar, aşırı öfkeli, hemen değişebiliyor Crevel, var olmak için önemli bir yetenek. Geleneksel edebiyat standartlarını yıkmak istiyor, Soupault’yla Breton’un ortak metnini bu yüzden seviyor, Soupault’yu bu yüzden daha da seviyor. “Bazı arkadaşları ve ben ona dostluğumuzu sunduk ama hiçbirimiz onun acı çekmesini engelleyemedik. Acı çekmek ona doğuştan verilmiş bir özellik gibiydi ve o bunun farkındaydı. Ama bu farkındalık, onun, kaygıyla karışık bir coşku hissiyle öne çıkmasına engel değildi. Hep haklı olmayı istemekte ne kadar yanıldığını ona anlatmaya çalışmak boşunaydı.” (s. 16) Mektup yazmayı seviyor ama asıl sevdiği telefon, yanlış anlaşıldığını düşünürse bir daha arıyor, her an herkesi arayabilir. Bu yanlış anlaşılma takıntısını anlıyorum, yanlış anlaşıldığımı düşünürsem tekrar telefon etmiyorum da yüz yüze görüşmek istiyorum, bazen de sadece yanlış anlaşılmayı isteyip bir daha görüşmek istemiyorum. Deneysellikten yanayım, Crevel zaten deneysellikten yana, romanları birer deneme. Ucuzluğa, bayağılığa karşı, hem edebiyatta hem yaşamında, bu yüzden ip cambazlığından vazgeçmiyor. Yaşamaktan vazgeçiyor.

Tuhaf bir kadın var, sokaklarda dolanıyor, Soupault kadının peşinden gidiyor. Tanışmak ister mi, hayır, kadın çantasıyla adamın eline vurup kaçarcasına uzaklaşıyor çünkü dalga geçiyor insanlar onunla, adam neden dalga geçmesin. Sonra o sokaklarda aynı tuhaflıkla yürüyen adamı görüyor Soupault, bir arkadaşının vasıtasıyla tanışıyor. Büyük Cabourg Oteli’nin terasına hinthurması ağacından bir koltuk taşıyor tuhaf adam, önce oturmuyor, güneş şemsiyesini açtıktan bir süre sonra akşamın inişini seyrediyor. Oturuyor. Bir prensin hangi marka puro içtiğini soruyor arada, kuşlara bakıyor, yazar olduğundan hiç bahsetmiyor. Gazetelerde çıkan yazıları var, bir iki kurmacası ses getirmemiş miydi, getirmişti, sözünü etmiyor. Breton’la birlikte yazdığı metni gönderiyor Soupault, sonra tayfanın çıkardığı dergiyi gönderiyor, tuhaf adam hemen abone olmak istediğini söylüyor. “Herkesten gizleniyor ve işine yaramayacak anılar biriktirmemek için kimseyle görüşmek istemiyordu. Böyle olduğunu düşünen tek kişi ben değilim sanıyorum. Aslında, onu iyi anlıyorum. El yazmalarının son sayfasına ‘son’ yazısını bir şekilde koyması gerektiğini bildiği ama bir türlü tamamlayamadığı romanını bir an önce bitirmek istiyordu.” (s. 23) Marcel Proust.

Bir sözcüğün peşinde sinir krizleri, hem yazarken hem yazdığı metinlerin çevirileri için kafa patlatırken. Aşırı titizlik, bir gün bile aksamayan çalışma, kapıları sıkı sıkıya kapalı metin. Okur ancak kendini teslim ettiğinde açılacak Soupault’ya göre, emeğin yoğunluğunu düşününce. Bilişsel labirent değil, nöronların bağlantı biçimleri. Çok kişi tarafından tanınmıyor Joyce, ömrünün son zamanlarına kadar tanınmayacak, gönüllü sürgünlüğünü sürdürecek. İrlanda’yı anlatanları keyifle dinliyor ama dönmeyi düşünmüyor, Soupault sorduğu zaman önündeki metne odaklanmış bir kez. Zihindeki İrlanda tamamlanmadan İrlanda’ya dönmek yok, tamamlansa da bir şey değişmiyor. “Bu kitap, gelecekteki tüm hayatının arka planını ve atmosferini öylesine net ve titiz bir biçimde ortaya koymuştur ki daha sonra yazacaklarının tümü anlamsız kalır. Joyce’un kendi hayatını yazmayı bırakmasının nedeni, kendini artık eserinin bir parçası olarak görmemesidir.” (s. 26) Paris’te inanılmaz yalın bir yaşam, Trieste’deki kadar yoksul değil Joyce ama varsıllığı şeylerle ölçülmüyor zaten. Müthiş bir işitme duyusu var, insanları seslerinden tanıyor uzun zaman sonra bile, sözcükleri tanıyor ve başka biçimde duymak için çalışıyor. Piyanonun başına geçince bir saatliğine memleket havaları çalıyor, hep aynı şarkılar, hep aynı eğlence ama sıkıcı değil. Eleştiriler karşısında eğleniyor, müthiş kibirli ama alçakgönüllü aynı zamanda, yanlış anlaşılmalarla övgülerin hiçbir anlamı yok onun için. Gururunun azıcık okşanması mı, ortada Finnegan varken vakit kaybedemez. İrlanda bitmeli, saydı ki ömür.

1917’nin baharında Max Jacob, André Breton, Apollinaire, birkaç kişi daha, her gün buluşup oturuyorlar, Cendrars keçe şapkası ve sigarasıyla mutlu bir görüntü sunmuyor. Sessiz, homurdanıyor bazen. Paris en sevdiği şehir, bu arada Eileen Power’ın Marco Polo’yu anlattığı bölümde Calvino’ya esin kaynağı olabilecek yüz seksen üç alıntı vardı, Venedik’in güzelliğini Venedikliler biliyor ve başka şehirlerde arıyorlar, kentlerin görünmezliği hepsinin aslında Venedik’i andırmasında, Venedik olmasında, oradan uzağa düşen elbet şehrinin yankısını başka şehirleri büyülü kılarak bulacak. Cendrars’ın çıktığı geziler Paris’te bitiyor elbet, dostlarının yanında. Picasso’yu dalavereleri ve kurnazlığından rahatsız olduğu için diğer dostlarından biraz daha az severmiş, Braque yeniliklere kapalı olduğu için daha da az. Şiir yazmadan önce şiiri yaşamak gerekirmiş, bu nedenle yolculuğa çıkmayı, eşi, çocuğu, aileyi geride bırakmayı yazmıştı bir şiirinde. Dünya terk edişe döndükten sonra şiir kitabı da tren bileti şeklinde tasarlanabilir Cendrars’a göre, yolu terk edişi düşünür müydü acaba. “Yalnız olmayı tercih etti. Özenle seçtiği eş, dost ve ahbaplarından kopmadan ama cüretkâr ve saygın bir şekilde yaşanan bir yalnızlıktı bu. Daha sonraları herkesten tümüyle uzaklaştı.” (s. 45)

Baudelaire’in sonraki kuşaklar için önemi, Dada’nın başı ve evrildiği nokta, gerçeğin üstünde neyin olup olmadığı, şairler, yazarlar, dostlar var geri kalan bölümlerde. Ölümün askıya alındığı dünyaymış o.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!