Üç ay üst üste 400 TL’lik fatura geldi eve, kıyamet koptu. Gecenin bir köründe battaniyeleri modemin üstüne yığardım, 146’dan bağlanırken “space rock” şarkılarına özgü müthiş bir gürültü çıkardı dial-up modemden, bizimkiler duymasın diye dua ederdim. Audiogalaxy’den bir şarkı indirmek saatler sürerdi, Kazaa biraz daha iyiceydi ama yine yavaştı. Gerçi benim bağlantım yavaştı ama üç fatura benim sünnette takılan altınlarım satılarak ödendikten sonra -yirmi yıl öncesinin asgari ücreti 82 TL, hayvanlığımın ölçüsünü hesaplayın- kablolu internete geçtik nihayet, arşivcilik kariyerim böyle başladı. Elektrik kesintileri dışında bilgisayar gece gündüz açıktı, abim CD Writer alınca kuş kadar HD’yi doldur boşalt yapmaya başladım, Yazıcıoğlu’ndan kutu kutu aldığım CD’ler hızla tükendi, tükendikçe aldım, tükendi, aldım, delilik. İnterneti CD’lere tıkmaya çalıştım, basbayağı istifçilik. En leş metal gruplarından en gubidik filmlere kadar ne bulduysam. Abim daha da abarttı, o sıralarda çalıştığı bankanın bilgisayarlarından indirdiği albümlerin, filmlerin haddi hesabı yoktu. Adam bir anda iş değiştirdi sonra, daha doğrusu başka bir bankaya geçti, bu olayda ofisteki veri trafiğini öğrenen patronunun abimi uyarmasının önemli bir etkisi var mı bilmiyorum. Neyse, liseyi bitirdim, o sırada DVD Writer alınca iş büyüdü, korsancılığa başladım. Diziler iyi gidiyordu, boktan Türk dizilerine ciddi ciddi para veriyordu insanlar. Eh, sonra olması gereken oldu, halihazırda mevcut olan, o zamana göre ileri bir teknolojinin ortaya çıkması için güncelin eskimesi gerekiyordu, eskidi, bağlantı hızları arttı, veriye doğrudan ulaşım sağlandı, ben de kariyerime veda ettim. Gerçi biraz daha öncesinde veda etmiş olabilirim, kazandığım paranın girdiğim riske değmeyeceğini düşününce. Elde bir dünya DVD’yle kaldım öyle.
Witt 1979’lu, internetin yaygın şekilde kullanılmaya başlandığı zamanlarda büyümüş, haliyle o da istifçi. 1997’de üniversiteye başladığı sene arşivini oluşturmaya başlamış, yıllar boyunca bu uğraşını sürdürmüş. Kırklı yaşlarına gelirken bir geri dönüşüm tesisine giderek elindeki bütün alet edevatın parçalanmasını izlemiş en sonunda, kimse teknolojinin bu kadar hızlı ilerleyeceğini düşünmediği için arşivcilerin acı sonu. Bütün kutuları parça parça attım, CD’leri doldururken ne kadar heyecanlandığımı hatırlayamadım, aslında acı bir son da olmadı. Bilemiyorum, hemen kanıksanan şeyler biraz korkutuyor beni, çağa ayak uydurmanın gönenciyle -diyeyim- burukluk şöyle bir dokunup gidiyor galiba.
Önemli bir metin bu, son elli yılın müzik dünyasını etraflıca ele alıyor, dijital çağın getirdiği yeniliklere ayak uyduramayan sermayenin zavallılığından gelmiş geçmiş en büyük korsanın sızdırdığı albümlere, sızdırılan bu albümlerin yol açtığı federal soruşturmalardan MP3’ün serüvenine, P2P’den müzik şirketlerinin katakullilerine hemen her şeyin hikâyesi anlatılmış, Witt oldukça kapsamlı bir araştırmaya girişerek müzik piyasasının ve korsancılığın dinamiklerini ortaya çıkarmış, şahane iş. Alt başlıkta bir mucit, bir patron ve bir hırsız olduğu söyleniyor, gerçekten de tepedeki oyuncular bunlar, üç adam müzik dünyasını altüst etmekle kalmıyor, telif haklarından yeni müzik platformlarının ortaya çıkmasına kadar pek çok yeniliğe de yol açıyor. Üç adamın anlatıldığı bölümler ardışık biçimde sıralanmış, önce MP3’ü bulan tayfayla başlıyoruz, zira domino etkisini yaratan bu tayfa. Adamlar bütün endüstriyi kasıtsız bir şekilde darmaduman ediyorlar. İşin teknik boyutuna da eğilerek anlatayım, Karlheinz Brandenburg’un başında olduğu altı kişilik ekip akademik bir birikimin sonucunda bu formatı icat ediyor. Brandenburg’un hocası Dieter Seitzer öğrencilerini çokça destekleyen, kendi hocası Eberhard Zwicker’in “psiko-akustik” alanındaki çalışmalarını sürdüren bir hoca, CD teknolojisinin gülünç bir veri israfı olduğunu, sesi telefon hatlarından aktararak daha iyi bir kaliteyle alıcısına ulaştırabileceğini düşünüyor, günümüzün müzik platformlarının temelini 1980’li yıllarda atıyor aslında, patent başvurusu reddedilmeseydi müzik bambaşka bir yere giderdi ama kim diyordu hatırlayamadım şimdi, eldeki teknolojinin etinden sütünden iyice bir yararlanmadan daha iyisinin çıkması mümkün değil, kapitalizm bir metayı iyice eskiyene ve metanın daha kazançlı bir biçiminin maksimum fayda sağlayacak şartları ortaya çıkana kadar sömürüyor. Sonuçta Brandenburg hocasının çalışmalarını devralıyor bir anlamda, zor şartlarda arkadaşlarıyla birlikte düzenliyor, ABD’den de teknik yardım alarak sesleri sıkıştırmayı başarıyor ama siyaset işin içine girince dijital ortamdaki aletlere uyarlanacak ses standartlarını belirleyen MPEG’in yarışmasını kaybediyor, üst üste. Philips’in desteklediği tayfa kazanıyor, MP2 formatı hemen her aletin geçerli standardı haline geliyor. Büyük yıkım ama yılmıyorlar, başka yolları eşeliyorlar, sonuçta MP3’ün kalitesi çok iyi ve potansiyel kullanım alanı geniş. MP3 çalan bir iki alet üretiyorlar ama satmıyor bu aletler, zira ortada çalacak bir veri yok. En sonunda ABD’deki stadyumlardan sipariş alıyorlar, ses kalitesinin üstünlüğü kulaktan kulağa yayılınca mevzu patlıyor. Burada korsanlığı başlatan kıvılcım yazılım kısmında, tayfadan biri MP3 çalan bir program yazıyor, bu program kırılıyor ve özellikle ABD’de deli gibi yayılıyor. Geriye veri elde etme kısmı kalıyor ki burada “Dell” Glover giriyor devreye. MP3’ün hikâyesini bitireyim, korsan yazılımlar çığ gibi büyüyor, bizim tayfa nihayet paraya boğuluyor ve korsanı desteklemediklerini söyleyen röportajlar veriyorlar. Napster olayı başta olmak üzere onca kıyametin koptuğu zamanlarda adları hemen hiç anılmıyor üstelik, gerçi meşhur olma gibi bir dertleri de yok, hedeflerine ulaştıktan sonra doyuma ulaşıyorlar.
Glover korsancılığın bir numaralı adamı, efsane gibi bir şey. Yirmili yaşlarının başındayken büyük bir müzik şirketinin CD fabrikasında çalışmaya başlıyor, kazandığı para pek tatmin edici olmasa da ilk bilgisayarını almasına yetiyor. Teknolojiye düşkün bir adam, CD yazıcılara ve ıvır zıvıra bir dünya para bayılıyor, evinde bir nevi kopyalama istasyonu oluşturuyor yavaş yavaş. İnternette gezinirken RNS’i keşfediyor, en büyük korsan oluşumlardan biri, başındaki adamın dikkatini çekince gruba katılıyor ve çalıştığı fabrikadan albümleri aşırmanın bir yolunu bularak çıkış tarihlerinden iki hafta önce albümleri RNS vasıtasıyla yaymaya başlıyor. Yıllar içinde binlerce albüm yayıyorlar, en sonunda FBI işe el atıyor ve grubun tepe noktasındaki elemanları yakalıyor. Çok uzun bir süre boyunca her gün birbirleriyle konuşan insanlar anonim, kimse bir diğerinin adını, nerede oturduğunu vs. bilmiyor, dünya çapında bir oluşum olduğu için Hawaii’de bile üye var. Fabrikadan CD aşırmanın incelikleri, soruşturma süreci ve yol açtıkları infial çok ilginç, hukukun telif hakları konusunda sınıfta kalmasının yanında kamunun kanunları uygulamak istemeyişi aslında bu korsanlık meselesini bir nevi Robin Hood uğraşı olarak görüyor. Bu durumda sanatçılar zarar görüyor tabii, sızdırılan albümler yüzünden konser programlarını tekrar düzenlemek zorunda kalıyorlar, albüm satışları azaldığı için maddi gelirden oluyorlar ama aslan payını dağıtım ve yapım şirketleri aldığı için asıl bu şirketlerin ayağına basılmış oluyor. Burada Doug Morris devreye giriyor, Ahmet Ertegün’ün öğrencisi, amatör müzisyen, hit şarkı avcısı, sıkı yönetici. Büyük müzik şirketlerinin hemen hepsinde CEO olarak çalışıyor, genç yetenekleri kasabalarından çekip çıkarıyor, parlatıp satıyor, çalıştığı şirketlere deli para kazandırıyor, kendisi de iyi kazanıyor. Bu MP3 ve korsancılık olaylarından ötürü yaşadığı sıkıntıları, müzik sektörünün girdiği sıkıntılı durumları Morris üzerinden görüyoruz. Yaşlandıkça teknolojiden uzaklaştığı için çoğu şeyi öngöremiyor adam, hakkında aptal olduğuna dair haberler yapılıyor ama emekliliğinden önce son bombasını patlatıyor, Vevo’yu kurup tıklamalardan da para kazanmaya başlıyor.
OiNK’s Pink Palace gibi bireysel girişimlerin dünya çapında hareketlere dönüşmesi gibi yan hikâyeler de ilgi çekici. Dört dörtlük bir araştırma bu, birkaç yazım hatası var ama olsun o kadar, müzikle kıyısından köşesinden ilgilenen herkes okumalı bunu.
Cevap yaz