Yunus Nadi’yi kazanan Parodi Yaşamlar‘da aynı sorun vardı, karakterler istihzayla gülümserken üzüntüyle ağlıyor, gevşeklikle sırıtırken gürültüyle sıçıyorlardı. Ödülü kesinlikle hak eden romanın en büyük sorunlarından biriydi bu, on yılda aşılmasını beklemek çok değil ama Rifat yine karakterlerine bir şey yaptırırken başka bir şey daha yaptırıyor, yaptırdığı ilk şey ikinci şeyi, karakteri, sahneyi, nihayet romanı mahvediyor. Korkunç, roman nefes alamıyor. Asfiksiden ölen romanı çok gördüm ama böylesi acı çekenini hiç görmemiştim çünkü iyi bir fikir yaşamaya çalışıyor, debeleniyor, ne yazık ki ruhunu teslim ediyor ümüğüne çökmüş yazarın parmaklarının arasında. Başka gırtlaklama biçimleri de var, sırası gelince. Sanıyorum Rifat aynı taklayı ikinciye attırıp tutmasını beklemiş ama tutmaz, ilkinde muazzam girişin ve hikâyenin hatırına görmezden gelinenler bu kez daha da bariz, üstelik aynı günahlar yani, birebir. Çok sağlam bir giriş, Doçent Sadi Yazgan gökyüzünün bulutlarla kaplandığını görüyor Mısır Çarşısı’na girerken, tam içeri girerken, içeri girerken, girerken yeryüzü saniyede bilmem kaç metre hızla dönüyor, bir yaprak düşüyor o sıra, eşzamanlılığın yasaları her şeyi çakışır tutuyor, güzel, anlatıcı bazı şeylerin hemen olmadığını, olamayacağını, öncesinde başka şeylerin olduğunu söyleyip Yazgan’ın girişini durduruyor kısa. “Yani sonuçta, Çarşı’nın ya da hikâyenin içine giriş konusunda doğal ya da kozmik olaylarla açıklamaya çalıştığım bu sözel uvertüre pek de inanmamış olabilirsiniz! Her neyse, şimdilik inanmayın, bunu anlayışla karşılıyorum. Bir inanmama hakkını size şimdilik seve seve tanıyorum, çünkü daha işin başındayız.” (s. 14) Tamam, ikna ettin, izindeyiz anlatıcı, devam et, “olay olması” üzerinden felsefe patlattın, adamın girişini altı günden sonraki tatil hakkına, dünyanın kuruluşuna bağladın, tarihten teolojiye, mitten felsefeye atladın, zekâna güvenip dinledik. Ne oldu, girdi Yazgan, tuhafiye dükkânlarından birinin sahibi Yeşua Levi’nin ağzına fermuar yerleştirilmiş ölüsünden haberdar oldu, duvara Levi’nin kanıyla yazılmış “DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK” ibaresi üzerinden düşüncelere daldı. Oyun gibi bir şey, Yazgan önce basamaklara ayırıyor olguları, incelemeye başlıyor, çıkarımlarını elde ederken linguist yetenekleriyle dili de koşuyor işe, analiz makinesini sıcak tutuyor. “Şemsiye” üzerinden birtakım fikirler, sözcüklerin açtığı kapılar gırla, cinayet de var, kuru polisiyeye bağlayacak gibi durmuyor, yani umut vaadinin tillahı dense olur. Eh, hayal kırıklığı da o kadar büyük. Fıstık alıp eve uzuyor Yazgan, metastaz yüzünden yatağa mahkum eşi Ruhdan’ın gönlünü eğlemeye çalışıyor. Büyük aşkla evlenmişler, gençliklerinde deli gibi mutlular, hastalıktan sonra Yazgan boşlamaya başlıyor eşini. Günden güne eriyen kadının tek dayanağı Yazgan ama geç gelmeler, yavaştan başlayan ilgisizlik, bir de Güneş’in pörtlemesi aralarındaki bağı koparacak gibi duruyor. Şemsiye ve Güneş, anlatıdaki şaralopları listelesek yol olur, okur fark etsin diyeceğim de metni tavsiye etmeyeceğim diğer yandan. Neyse, derste siyasi konulara da ucundan değinip öğrencilerin dikkatini çekmeyi bilen Yazgan’ın dersine gelir Güneş, adamı dışarıda takip etmeye başlar. Yazgan âşık olmaya çoktan hazırdır, kızın karşısına çıkarak takibin nedenini sorar, Güneş yüksek lisans derslerine yardımcı olsun diye Yazgan’ınkilere girmek istediğini söyler. Tamam, roman için çöküşün başlangıcı. Üsküdar’da çok eski, ahşap bir binada devrimci arkadaşı Aliye’yle yaşayan Güneş yoksul bir ailenin kızıdır, zor durumdadır, evden atılmamak için bir şeyler yapması gerekir. Kancayı atmıştır, yavaş yavaş çeker, Yazgan’ı çok mühim kafa işlerinden uzak tutar bir dönem. Nedir, “Kürt” ve “Türk” sözcüklerini oluşturan harflerden bir köken, hatta kader ortaklığı belirler Yazgan, akademik sandığı araştırmaların pek bir halta benzemediğini sırf bu örnek üzerinden düşünebiliriz ama yazmaya çalıştığı etimolojiyle ilgili metninden ümitvarız. Dil kongrelerindeki konuşmaları okur, bir kısmını köşeler, romanda alıntılanmıştır bu bölümler. Samih Rifat’ın konuşmaları dilin evrimiyle ilgili, Rifat da sözcüklerin anlatı çizgisini, yapısını çat çut kırabileceğini göstermek istediği için anlamlı. Ne zaman Yazgan kayışı koparıp Güneş’le birlikte karşıya geçti, Doğancılar’daki eve gitti, orada kapa romanı git. Aliye’nin astığı Che posteri, devrimsel işler bir yana, Güneş’in kabız tavırları ve Yazgan’ın “ahmakça bir sıkıntıyla gülümsemesi” camı açıp “İmdat! İtfaiye!” diye anırtacak ölçüde intihar mavi. Resmen tepetaklak oluyor roman, başlangıçta tatlı gevezelikleriyle merak uyandıran anlatıcı ortadan kayboluyor bir kere, esamisi okunmuyor, meydan hakaret etmelik karakterlere kalıyor. Güneş’e bakalım, çok güzel olduğunu biliyor, hani bir mankenlik veya fotomodellik ajansına mı başvursa? Başvursun da işi sürdürmek için gereken kurs harcamaları(?) canına okur. Hem demezler mi, “Bakınız bayan, meme popo okey, biraz kırıtmayı öğrenin,” diye, o zaman ne yapacak, Güneş esrarengiz havasından çıkarılıp memeye indirgenince bu roman, okur ne yapacak yani. Badak Yazgan’ın beceriksizlikleri anlaşılabilir, aşk sandığı şeyin rahatlık, güven, huzur olduğunu fark ettikten sonra flört yeteneklerinin cortladığını anlayıp toparlamaya çalışmış, batırmıştır ama kız borç istediği zaman işkillenmemiş midir, seksten önce beynini yanlış yere koyduğu gibi yerine yerleştirmeyi de bilmez mi. Adamın ebleh bir kalasa dönüşmesi hayret verici, kurgu numarası değil, gayet ciddi bir oyun değil, gayet ciddi sadece. Mevzuyu hayal ederken kalbinin dank diye durmasının absürt olup olmayacağını düşünüyor, biz bu allamenin kuantum fiziğinden karanlık maddeye, Sümerce tatavalardan bilmem nelere dek derin derin düşündüğünü göreceğiz, ardından cinselliği geçtim, en dandik şeyler üzerine en yüzeysel akıl yürütmelerine varacağız. Güneş ortadan kaybolup Ruhdan ölünce sıradanlığın bayrağını devralacak Yazgan, bütün ilginçliğini kaybedip tın tenekeye dönecek. Baldızının evinde birkaç gün geçirirken Bodrum’un kıyılarını karışlayacak bir güzel, mesela deniz kenarındaki lokantalara oturduğu zaman şarapları gömüp yanına bir haydari, bir piyaz, bir bok püsür falan söyleyecek ki ne yiyip içtiğini bilelim, saat kaçta masadan kalkıp kaçta deniz kıyısına gittiğini görelim, çok önemli bilgiler bunlar, hani deniz kıyısında gecenin bir körü sevişen çift tarafından görülüp görülmediğini düşünürken geçirdiği buhranları öğrenmezsem aklım kalırdı acaba Yazgan o an hangi osuruktan fikrin zincirleriyle bağlandı diye.
Devamında ilginçleşiyor hikâye, Levi’nin cinayetine yenileri ekleniyor, mesajlar benzer. Orada burada Güneş’i gören adamımız gerçeklikten kopmaya başlıyor adım adım, Güneş’ten geldiğini düşündüğü bir mesajda “merkez” sözcüğü yer aldığı için trene atladığı gibi yallah Ankara’ya. Yolda kondüktör geliyor, bileti kestikten sonra bir daha geliyor, Yazgan’a tutuklandığını söylüyor. Dünyaları çevir buradan sonra, gerçeküstü ortam. Yazgan artık mahkum, trenden bir mahkemeye naklediliyor, Araf’ta olduğu söylenip cezası kesiliyor: sözcüklerle alakalı işler yaparken uykularında rüyalar görüyor, oraya kadar okuduğumuz kısmın devamı. Rüya artık, gerçekler sözcüklerden ibaret. Güneş’e denk geldiği günlerden birinde heyecanlanmıştı Yazgan, kızın atladığı araba kaza yapınca dünyası başına yıkılmış, kızın ölüm haberini alınca bitmişti ama gelen mesaj işte, Güneş’in yaşadığını kanıtlayınca yola çıkıyor, Ankara’ya varıyor, muhtarlara dadanıyor bizimki. Köye gidecek, otobüse atladığı gibi marş marş, toprak kayması yüzünden dıkş dıkş, ölüm. Diğer yanda görevleri yerine getiriyor, sözcüklerle oynuyor, ta ki imkansız bir görev verilene kadar. Bir dünyada ölüm, diğer dünyada sözcüklerin bittiği nokta. Metnin başarısı burada ama o kadar çok zırvayla dolu ki boğulup gidiyor işte. Onda dokuzunu at bu metnin, 450 sayfa eder, özün yoğunluğunu bozmadan azıcık genişlet, novella olsun. Eleştirisi de var aslında bu kalabalığın, Kara Kitap bahsinde uzadıkça uzayan hikâyeler, detaylar iğneleniyor da metnin o kalabalığı kaldırdığı söyleniyor. Aynı durum geçerli değil bu roman için, yemez. Tavsiye etmiyorum, gerek yok.
Cevap yaz