İlk denemeler otobiyografik öyküye yakın. “Drahoma”da Aziz Nesin’in ciltlenmiş kitapları var, anlatıcı Seray’ın annesine göre o ciltler çeyiz, daha okuma yazması yok Seray’ın. Baba at oluyor, Seray sırtına biniyor, o kadar küçük. “Bizim çekirdek ailemiz, ben Aziz Nesin okumaya başladıktan sonra kuruldu.” (s. 12) Eve Ruslar geliyor sonra, büyük adamlar, kitapları gibi. Seray ilkokul dörtte annesine yazar olmaya karar verdiğini söylüyor, dört yaşındayken aldığı dansözlük kararına memesini ellerler diye baba karşı çıkmış, ilkokul birinci sınıfta ressam olma hayallerine aç kalacağını söyleyen anne karşı çıkmış, yazarlığa ikisi de onay veriyor, hatta kızının özenle sakladığı günlüğü bulan baba parıltıyı görmüş. O yaz Erzincan’a gitmişler, köye, Rusların anlattıkları kayalar, tepeler, ormanlar yok. Rus yazarlar kadar büyük olamayacağını anlamış Seray, Erzincanlıymış zaten, o sıralarda Aziz Nesin sürekli yargılanıyormuş. Aziz Nesin kadar büyük olabilir belki, tabii o yaz televizyonda izlediği Sivas Katliamı haberlerinden korkmazsa. Seray korkmuyor, üniversitede kendi evine çıkınca drahomasını da yanında götürüyor, muhtemelen hâlâ raflarından birinde duruyordur. “Genç Kalanlar”da Cem Karaca’nın plaklarını toplayan anneyle kızın büyümekten muaf olmalarını görürüz, Cem Karaca o zamanlar da yaşlıdır, kız azıcık yaş alınca sevdiği Cem Karaca şarkıları değişir, hele Ağır Roman‘ın filmi çıkınca “Resimdeki Gözyaşları” kişisel listede bir numaraya kadar yükselir. Yıllar geçer, Cem Karaca ölür, bar kapılarında kimlik sorulmayınca büyüdüğünü anlayan kız her şeyi hatırlamak istediği gibi hatırlar. İlk sigara, ilk walkman, gençlik. İlk aşk da aralarda bir yerlerde, sınıftaki Eyüp’e âşık olur Seray, Eyüp’ün ailesinin Araplığı ikram edilen yemeklerde belirir, tıka basa yedikten sonra başka bir gün Eyüp’ü cetvelle döver kız, sevgisini gösterir. Aşkı arkadaşlarının ablalarından, filmlerden öğrenir, örneğin âşık olmadığı adamla evlenmeye niyetlenen ablaya âşığına varmasını temenni eder ama onca takı, merasim ne olacak? Filmlerdeki gibi kavuşamama sahnelerine yol açacak ilişkilere o yıllarda şahit olmaya başlıyor Seray, senede bir günlük mutluluklar kadermiş gibi. Bir iki noktaya değinmek lazım burada, Şahiner’in bazı benzetmeleri, anıştırmaları olmasa daha iyi olurmuş. “O halı alınacak, o gelinlik giyilecek, o bilezik takılacak! Kart geçmekle pos makinesi aşınmaz.” (s. 23) Evliliğin rezil ritüellerini eleştirmek iyi de o sondaki, eh, bir kez yapılsa göz kaçırılır, unutulur ama defalarca yapıyor bunu Şahiner. Aynı denemede bir tane daha: “‘Mutluluğun kampanyasını yapabilir misin Abidin?’” (s. 24) Yersiz, gereksiz. Neyse, çocukluktaki 31 muhabbetleri cinselliğin ilk dersi haline geliyor, veletler kızlara ayıp ayıp şeyler ima ediyorlar, ped almaktan utanmak için hazırlanıyor kızlar. Babalar ped reklamı çıkınca kanalı değiştiriyorlar, markette kötü bakışlara maruz kalmak da var. Notre Dame de Sion’daki fanzin olayına bağlıyor mevzuyu Şahiner, Özgecan Aslan’ın öldürülmesinden sonra okulun edebiyat öğretmeni Melike Koçak, kadın cinayetleri meselesine değinen fanzin yazılarından ötürü okuldan atılıyor, sansür de cabası. Öğrencilerin sesi kısılıyor, idareciler kimin ne düşüneceğini tayin ediyorlar, gerçekle yüz yüze gelmemek için elinden gelen her şeyi yapıyor insanımız.
“Lades”te Gezi günlerinde yaşanan olaylar ve ötekilik mevzusu var, hoş bir deneme bu. BirGün‘de üniversite öğrencisiyken çalışmaya başlıyor Şahiner, gazetenin binası genelevle yan yana. Şahiner büfeye giriyor bir gün, büfeci müşterisinin hangi binada çalıştığını öğrenmek istiyor. Sinirleniyor kadın, o “şeylere” benzetilmek onuruna dokunuyor. Sonrası: “Gezi’de, ‘Hepiniz orospu çocuğusunuz!’ diye bağırılanlardan bizi koruyan yine orospular oldu. Genelevlerin kapısını açıp eylemcileri içeri aldılar.’” (s. 31) Ötekiliğin temsilleri geliyor sonra, Alevilerin kuyruklu olduğuna dair söylemler, Çingenelerin hırsızlığı, Yahudilerin paraya düşkünlükleri anılıyor. Szpilman’ın çalıştığı kampa gelen subaylardan birinin Yahudilere para kazanmaktan başka bir şey bilmediklerini söylemesi ön yargıların evrenselliğini düşündürüyor, insanı tipleştirmek empatiyi yok ettiği gibi insanı da insanlıktan çıkarıyor, iki taraf için de. Filmlerde köylü kızlarına manken gibi yürümeyi öğreten, görgü kuralları dersi veren Ermenileri düşünelim, mürebbiyelerin milliyeti ön kabullerle dolu bir sosyalliğe sebep oluyor ne yazık ki. Kodlar küçük yaşlardan itibaren işleniyor, erkekler tek bir şey istiyor örneğin, kadınlar o tek şeyi kullanarak erkekleri kontrol altında tutmalı. Reklamlara varabiliriz buradan, reklam filmleri de tüketim alışkanlıklarımızı belirlerken insani değerlerin kılcallarına kadar iniyorlar, çürütme aşaması başlıyor. Coca-Cola’nın iftar reklamlarını pek çok açıdan eleştiriyor Şahiner. “Artık hepimiz kola etiketinde, kola markasının birer parçasıyız. Başka bir deyişle, bir kola var bizden içerü…” (s. 39) Yani, böyle işte, Şahiner’in has latifeleri her yerde karşımıza çıkabiliyor. Beri yandan isimlerimizi etiketlerde görmek tüketime yönlendiriyor hemen, Şahiner’e göre biz nasıl firmanın adını kuracağımız şirkete koyamıyorsak firma da adlarımızı kullanamamalı. Uygulanabilirliği pek yok tabii. Bir de şu var, Şahiner’in bu kitapta değindiği pek çok mesele olduğu gibi öykülere de alınmış, tam tersi ya da. Coca-Cola bahsi ve filmlerdeki kadın-erkek ilişkileri Hanımların Dikkatine‘de olduğu gibi geçiyor örneğin, meseleler benzer cümlelerle ele alınıyor, aynılık bariz. Kararsızım, bunun rahatsız ediciliğinin temeli pek sağlam değil gibi geliyor ama kurmacayı biçimlemeye yardımcı olan bir ögenin benzer biçimde denemelerde yer alması buruk bir tat bıraktı. Sanırım öykülerdeki dilin deneme diline yakınlığı yüzünden. Anlatım aynı olunca. Evet, bu rahatsız etti. Filmler de aynı, Vesikalı Yârim‘in birey olarak kadını öne çıkaran özelliklerini inceliyor Şahin, hoş ama karakterlerin düşünceleri de aynı. Kurmacanın doğallığı kayboluyor bu denemeleri okuduktan sonra. Gerçi ben önce denemeleri okumuştum, daha kötüsünü yaşadım sanıyorum. Filmlerdeki karakterlerle ilgili diğer denemeler hoş ama, Sadri Alışık’ın yarattığı fakir ama gururlu karakter üzerinden İstanbul’a kimlik kazandırmak, kimliğin zaman içinde yozlaşmasını aşama aşama ele almak hoş. Emek Sineması’nın kentin belleğinden silinişinin yol açtığı acı, dizilerdeki aile tahakkümünden 1 Mayıs eylemlerindeki orantısız şiddete varan çizgi iç burkucu. Samatya’daki hayatın değişimi, istimlak sonucu yaşam alanlarının alt sınıfa ait ailelerin elinden alınması filmlerle ilgili denemelerin aralarına serpiştirilmiş ayrı denemelerin konuları. Jaklin Çelik’in öykülerinde doğrudan rastlayabiliriz Samatya’nın insanlarına, Şahiner’in de metinlerinde yer verdiği insanlar evlerini bırakıp gittikleri zaman mekânın dokusu bozuluyor, metinler anılardan derleniyor bu yüzden. Ev Canavarı‘nı tavsiye edeceğim ben, insanların şehir dışına atılmalarının adımları inceleniyor o kitapta.
Başka da ne var, Gezi sırasında öldürülen insanların katilleri yargılanırken Şahiner orada, mahkeme salonlarını geziyor, annelerin acılarını paylaşıyor. Ahmet Kaya’nın yaşadıklarını hatırlatıyor, çatal bıçak fırlatan insanların ikiyüzlülüklerine değiniyor. AKM’nin yıkılması, ağaç katliamı, Avrupa’nın en büyük adliyesindeki adaletsizlikler diğer konular. İhbar meselesi bir de, bugünlerde tekrar hortladı. “Terörle Mücadele Kanunu” kapsamında şüpheli durumları kolluk kuvvetlerine haber verenlere para ödülü verilmesi zaten göz ucuyla temas kuran insanları iyice birbirinden uzaklaştırdı, herkes birbirini şikâyetle tehdit etti, ediyor. Dönem filmlerinde de örnekleri görülebilir, asılsız bir ihbarla evlerinden alınan insanların gördüğü işkenceler, onca ölüm ortadayken hangi akla hizmet bu? Muhbir kültürü korku kültürü haline gelince iletişim kurmaya korkacak insan.
İyi sayılabilecek denemeler, denk gelinirse göz atılabilir.
Cevap yaz