Yüzük kime geçse felakete yol açıyor, hayatları karartıyor, adeta Tek Yüzük. Güç vermiyor, aksine akli melekeleri cortlatıyor, karakterler kendi sonlarını getirecek işlere giriyorlar ve patlıyorlar. Lagerlöf’ün anlatısı sırf bu yüzükle ilgili değil gerçi, karakterlerin evriminin onlarca yıla yayılması upuzun bir masal çıkarıyor ortaya, mesel çıkarıyor, söylence, hikâye, her neyse. Demirbaş Karl’ın varlığı bu masallığın modern bir biçime kavuşmasındaki etkenlerden biri, sonuçta yer ve zaman belli, karakterler zırlayan domatesi falan aramıyorlar, Pafküf Dağı yok, bunların yerine masallardaki tekrarlı anlatım tekniği var, örneğin üç karakter yargılanıyor, kalabalık toplanmış, sevdikleri adamların ölüm kalım yarışını izleyecekler. Üç adam kralın emrine uyarak zar atacak, düşeş getiren yaşamayı garantileyecek, merasim aynı. Adamlardan biri platforma çıkar, bakışını atar veya söyleyeceğini söyler, halk her bir atımdan önce nefesini tutar, şans eseri üç kez düşeş gelir ve kimsenin suçlu olmadığı anlaşılır. Sonradan kral ikinci bir emirle en küçüğün kellesini ister, adamcağız muradına eremez ama o havayı aldık bir, masalların da asıllarında kötü sonların olduğunu bilirsek anlatı örüntüden şaşmaz, zaten Lagerlöf de araya bol bol sıkıştırır bu ögeden. Herhangi bir pazar olsun, ahali kilisede toplanmıştır, kaybedilen topraklara ve ağır vergilere yanmakta, Karl’a etmedik laf bırakmamaktadır. O sırada Karl gelir, kilisenin kapısının önünde ayini dinlemeye başlar. Fısıltılar bir anda çoğalır, nefret edilen kral teşrif etmiştir, hikâyeyi karşılarında kanlı canlı gören ahali bir anda heyecanlanarak Karl’a duydukları sevgiyi hatırlar, ettiği onca küfrü hemen unutur. Halkın patolojisi bir yana, tam halk hikâyelerine yaraşır bir olay. Bu çerçevede bir metin anlatı kısacası, başında Hedebyli General Löwensköld’ün ünlü yüzüğü sahnede. Löwensköldler’e ününü kazandıran yüzük nice savaşın ardından kralın ihsan ettiği bir hediye, taşı o kadar değerli ki onca insanı uzunca bir süre besleyebilir, yoksulluğu o topraklardan geçici olarak siler. Haliyle yüzüğün çalınmasını kamulaştırma olarak da görebiliriz ama görmeyelim, kimse yoksulluğu bitirmek için kolektif bir eyleme girişmiyor. General ölmeden önce tablo yaptırmış bu yüzükle, malikânesindeki odasına asmış, gücünü ölümünden sonra da gösteriyor. İnsan ölümlü bir şeydir, ölürüz ve hikâyemiz bir süre daha anlatılır, günün birinde noktalanır, bu silsile General’i düşündüğümüzde geçerli değil. 1741’de öldüğü zaman yüzüğüyle birlikte gömülüyor, ölümünden birkaç ay sonra kızı da dizanteriden hayatını kaybedince tören için mezar açılıyor ve ikinci gün gerçekleşecek defin işlemine kadar açık kalıyor. Obsbyli Bard Bardsson nam çiftçinin görünürde yüzükle hiçbir işi yok, etrafındakilere yüzükle ilgilenmediğini söylüyor. Kaygılı bir yandan, kaygısını eşiyle de paylaşıyor, birileri mutlaka gecenin bir körü mezara gidip yüzüğü çalacak. Adım adım gerçekleşiyor her şey, Bard’la eşi sıcak yataklarından çıkıp mezara gitmeye karar veriyorlar, şöyle bir bakacaklar. Yüzüğü almak akıllarının ucundan geçmiyor tabii, birbirlerini fiştekliyorlar ve mezarın içine giren Bard yüzüğü alıp götürüyor sonunda, onca teranenin numara olduğu ortaya çıkıyor, matrak. Dönüş yolunda evlerinin yandığını görüyorlar, General’in ruhu tarafından cezalandırıldılar. Yedi yıl sonra Bro kilisesinin papazı ziyarete geliyor, lanetlenmişçesine her şeyini yitiren Bard’ın yoksulluğuna tanık olacak. Ölümüne de, adam ölüm döşeğinde yatarken Bard’ın kızıyla konuşan rahip kızın annesinin göle girerek intihar ettiğini, babasının bir anda çöktüğünü anlatıyor, Martha şahit olduğu onca acıya iyi dayanmış. Erkek kardeşi Ingilbert’le birlikte çiftliğin işlerini görüp idare etmişler ve Bard’ın anlattığı hikâyelere inanmışlar, sözde Bengt nam bir mahluk dadanmış bunlara, evi o yakmış, hayvanları o katletmiş, bir sürü zırva. Rahip kilidi çözerek Bard’ın ağzından esas hikâyeyi öğrenince kuytuda konuşulanları dinleyen kardeşler çok şaşırıyorlar tabii, birkaç kez Norveç’e gidip yüzüğü satmaya niyetlenen babalarının başına gelenleri anlıyorlar nihayet. Sonuçta yüzüğü alarak sahibine götürmeye karar veriyor rahip, Ingilbert’le birlikte yola koyuldukları zaman genç adam rahibin atını uçurumdan aşağı itmeye başlıyor, rahip kurtulmak için yüzüğün olduğu keseyi fırlatıp atıyor ve hemen Şerif Carelius’a haber vermek istiyor ama önce General’in oğlu Yüzbaşı’yı görüp yaşananları anlatacak, Yüzbaşı babasının sesini duyduğunu iddia edecek, yüzüğü ele geçirmesi şart. Hikâye giderek çatallanıyor bu noktada, ertesi gün Yüzbaşı adamlarıyla birlikte yola çıkarak Ingilbert’in öldüğü yere kadar gelecekler ve üç adamla karşılaşacaklar: Eric Ivarsson, Ivar Ivarsson ve evlatlıkları Paul Eliasson. Bahsettiğim üç adama herkes saygı duyuyor, Yüzbaşı adamları doğrudan aramaya kalkmıyor ama içi içini yiyor, adamlar Yüzbaşı’nın tırlatmak üzere olduğunu anlayınca kendileri soyunup dökünüyorlar, yüzük yok. Boş bir kese var yanlarında, Ivar keseyi Ingilbert’in öldüğü yerin yakınlarında bulduğunu söyleyince arbede çıkıyor, herkes silahını çekiyor, kıyım başlayacakken şans eseri oralarda dolanan Carelius ortaya çıkıyor ve cinayet suçlamasıyla adamları hapse tıkıyor.
Yüksek mahkeme üç adamın da asılmasına karar veriyor ama son söz kralın, zar olayı böyle çıkıyor ortaya. Kralın son emrinin beklendiğini söylüyor anlatıcı, sonra bir anda otuz yıl ileriye atlayıp Paul’un bir zamanlar evlenmek üzere olduğu Marit’in yanında bitiyoruz. Kadın patik örerken model çıkarmak için evde dolanıyor, Paul’un beresine denk geliyor. İdam edilen üç adamdan geriye bir bu bere, bir de berenin ponponunun içindeki yüzük kalmış. Daha da ilginci Marit ve Martha arkadaş, bereyi şans eseri gören Martha o bereyi bir zamanlar Ingilbert’in yanından ayırmadığını söylüyor. Yüzbaşı da Marit’in kuzeniymiş, biri diğerinin bir şeyiymiş, yüzük eve dönmek için birilerini arkadaş, birilerini tanış kılmış kısacası, son marifeti de 1788’de Malvina Spaak’ı merhum Yüzbaşı’nın evinde hizmetçiliğe başlatması. Barones Löwensköld kadını uyarıyor hemen, evde mavi çizmeli, dev yapılı bir adama rastlandığı doğru, adamın zararsız olduğu da doğru, denk gelen yoluna bakmalı. Malvina gerçekten de hayaleti görüyor bir süre sonra, kendisine yol veren birinin kim olduğunu anlamak için arkasına dönüp bakınca kimseyi göremediği an hayaletle, fikrince General’le karşılaştığını anlıyor ve adamın gerçekten zararsız olduğunu anlıyor. Bir şey arıyor adam, odadan odaya dolanıyor, ne arıyor? Malvina’ya güveniyor belli ki, evde verilen bir davetten sonra kaybolan gümüşlerin yerini Malvina’ya gösterdiğine göre kayıp başka bir şeyin bulunmasını da Malvina’dan bekliyor adam. Yüzbaşı’nın çocukları da arama kurtarma operasyonuna dahil oluyor, kerevetimize çıkmadan önce ne olacağını biliyoruz. Anlatıcının nerede, nasıl araya gireceğini bilemiyoruz ama, anlatıyı bir anda keserek şöyle bir gösterebiliyor kendini: “Kalem elimden kayıyor. Acaba bütün bunları yazmak manasız mı? Bu hikâye bana, bir gece ocak başında, ateşin ışığında otururken anlatıldı. Anlatıcının kışkırtıcı sesi hâlâ kulaklarımda. Sırtımın korkudan çok, meraktan ürperdiğini şimdiki gibi hatırlıyorum.” (s. 97) Biz de ürperiyoruz ama hikâye öyle bir dallanıp budaklanıyor, karakterler arasında öyle bağlar kuruluyor ki düğümün çözüleceği noktayı merak etmekten korkamıyoruz pek, General yüzüğüne kavuştuktan sonra hayaletin ortadan kaybolmasıyla rahatlıyoruz ve yeterince tatmin oluyoruz bence. Yüzük vardı, çalındı, elden ele dolaştı, hiç olmadık yerlerde ortaya çıktı, hikâye parça parça, bir orasından bir burasından anlatıldı ve parçalar anlamlı bir bütün oluşturdu. İyi.
Hoş, okunur.
Cevap yaz