Türkiye Yazıları nam dergide yer almış, 1970’lerin sonlarında yapılmış röportajlar. Sanatçılar yaşam öykülerini anlatıyorlar. Otobiyografiden çok yaşam öyküsü denmeli, anlatım biçimleri kurmacaya kapı aralıyor. Erdal Öz’ün Yaşar Kemal’le yaptığı uzun röportaj, Ferruh Doğan’ın kurgu-röportajı ve Turhan Selçuk’un yine görece uzun röportajı istisna. Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Kerim Korcan, Mehmet Başaran ve Talip Apaydın röportajları arka arkaya okunmalı, CHP’nin son dönemlerinden darbeye kadarki süreçte, hatta sonrasında gördükleri zulmün haddi hesabı yok, birinin eksik bıraktığı noktayı diğeri tamamlıyor. Bu yazarlarla başlayayım, Makal’ın Bizim Köy‘ü ilk “köy romanı” olarak geçiyor, tartışmalı bir görüş ama köy enstitüsü çıkışlı yazarlar esas alınıyorsa doğruluk payı var. Makal’ın köyü bütün gerçekleriyle anlatması dönemin iktidarını kızdırıyor, dendiğine göre bürokratlar köy köy dolanıp insanların çoraplarına, üstlerine başlarına bakıp kimsenin eksiği gediği olmadığını haykırırlarmış, Makal’a bu yüzden iyi gözle bakmıyorlar ve mahkemeye veriyorlar. Makal’ın avukatı Oktay Rifat, ayrıca Orhan Veli ve Melih Cevdet başta olmak üzere pek çok destekçisi var ama ceza almaktan kurtulamıyor Makal, bütün defterlerini ve kitaplarını çuvallara doldurup mahkeme salonuna yığıyorlar, kitaplardan çıkarılan anlamların absürtlüğü konusunda Mehmet Başaran’ın kara mizaha varan açıklamaları hatırlanmalı en sonda. Bu getirilen çuvallardaki romanlar, öyküler, şiirler kaybolmuş ne yazık ki, o dönemin yazarları devletin yok ettiği kitaplarını acıyla anıyorlar. Bazıları zaten iyi metinler olmadıklarını söyleyerek teselli bulsalar da insanın özünden bir parça onlar, çok yazık. İçeri atıyorlar Makal’ı, insanı tanıyor. Her türden insan. Katili, hırsızı, şanssızı, muhtelif. “Nekdüp” yazdırıyorlar bol bol, Makal onların dertlerini dinliyor ve dilekçelerini, mektuplarını yazıyor. Eserlerinde yer verdiği insanlar bunlar, sırf Makal kaleme alsın diye derdini, çektiği eziyetleri anlatan mahpuslar var. Bir borcu öder gibi yazıyor onların hikâyelerini Makal, bir gün onların kendi hikâyelerini kitaptan okuyacaklarının hayalini kurarak. İngilizler ilgi gösteriyor, belki İngiltere’de Türkiye’dekinden daha çok okunuyor Makal’ın kitapları. 1961’deki Londra ziyaretinde Londra Üniversitesinden bir profesör, kitabını basan yayınevi sahibi ve büyükelçilikten Münci Giz’le otururlarken yayınevinin sahibi ilginç bir hikâye anlatıyor, söylediğine göre bir süre önce Türk sefirlerinden iki kişi gelerek kitabın kaç adet basıldığını soruyorlar, beş bin kitabın tamamını almak istediklerini söylüyorlar sonra. Sahip seviniyor, ikinci baskıyı yapabileceğini düşünürken sefirler kitabın bir daha basılmaması karşılığında bütün kitapları almak istediklerini söyleyince sahip adamları elleri boş yolluyor. Makal’ın suçu gerçeği olduğu gibi anlatmak, Türk köylüsünün halinden dem vurarak başka ülkelerde Türkiye’yi kötülemek. Korkunç bir bakış açısı, devletin kıskacına girdikten sonra huzur bulamıyor Makal, soruşturmalar, sürgünler, tehditler yüzünden geçen yıllar giderek zorlaşıyor. Devletin amacı Makal gibi yazarların gözünü korkutarak bir daha bir şey yazmamalarını sağlamak, tabii durduramıyorlar yazarları, kitaplar arka arkaya çıkmaya devam ediyor. Tevfik İleri dönemin Milli Eğitim Bakanı olduğu zaman “gomünik” yazarlara kök söktürüyor resmen, Makal’a eserlerinin yabancı dillere çevrilmemesini istediğine dair kağıt imzalatmaya bile çalışıyor ki İleri’nin zorbalıklarına başka metinlerde de rastlamıştım, yaka silkmiş herkes bu dönekten. “Türkiye’nin başlıca sorunlarından biri de, altına sandalye uzatıldığı zaman değişmeyecek kadar dayanıklı insan yetiştirme sorunudur. Bu yolda henüz bir adım atılmış değildir. Anadolu bozkırlarında yetişen ekinin boyu nasıl iki karışı geçmiyorsa, toprağın kısırlığı insan yetiştirme konusunda iyice kendini gösteriyor.” (s. 184) Başaran sanattan anlamayan kolluk kuvvetlerini, devlet adamlarını makaraya alıyor, Makal’ın anlattıklarından daha trajikomik olaylar üzerinden ilerliyor. Mehmet Kaplan’ın bir şiirini tahlil etme biçimine değiniyor bir yerde, Kaplan’ın da sıklıkla karşılaştığı bürokratlardan pek farklı olmadığını, hakim ideoloji çerçevesinde birtakım yanlış yorumlar yaptığını anlatıyor, ardından meşhur Hasanoğlan’a geziye gelen bir öğrenci grubundan bahsederek ustasını anıyor, Nâzım Hikmet’i. Gezi grubundaki öğrencilerden biri Başaran’ı kenara çekerek babasının Bursa Cezaevi Müdürü olduğunu söylüyor, Nâzım’dan şiirler okuyor ve eğer isterse en yenilerini sağlayabileceğini söylüyor. Müthiş bir olay, o zamanlar Nâzım Hikmet’in şiirlerine rastlamak çok zor. Muhtemelen mektupla gelen şiirleri kendisi okuyor, ardından ziyaret ettiği okullarda okuyor ve hapisteki büyük şairin sesini gittiği her yerde duyuruyor, büyük bir olay. O dönemin bütün zorluklarını yaşamış yazarların yazıları benzer olaylarla dolu, kırsaldan kente hızla geçiş yapan Mehmed Kemal’in yazdıkları işin kent boyutuna odaklanıyor, o da köydekiler gibi hapse girip çıkanlardan. Arka arkaya okunması gereken yazarları, yazıları ayırmalı kısacası.
Yirmi civarı sanatçı var kitapta, bazılarına kısa kısa değineceğim. Edip Cansever şiirlerindeki mekanları ve insanları satır aralarında ortaya çıkarıyor, Çiçek Pasajı’ndan Ruhi Bey’in yaktığı konağa kadar pek çok izi yaşamından çıkarıp anlatıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’a şiirlerini okutuyor, Tanpınar beğeniyor ama okuduklarının şiir olmadığını söylüyor, ardından bir dolu resim çıkarıp Cansever’e gösteriyor. Handan İnci de söylüyordu bir söyleşide, Tanpınar’ın resimle kurduğu derin bir bağ var, Ferit Edgü’yle Enis Batur’da gördüğümüz kadar belki, belki daha fazla. Cansever İEL’de okurken Yunan ve Latin klasiklerini okuyor, Rus edebiyatına sarıyor iyice, ardından sosyalizm literatürüne dalıyor ve Sait Faik’i keşfediyor. Serbest nazımla yazan şairleri keşfettiği zaman kendisi de komünistlikle ünleneceğini düşünüyor, o zamanlar serbest nazım komünist damgası gibi bir şeymiş. Hangi kitapta okuduğumu hatırlamıyorum ama vardı böyle bir şey, Cansever kendisini komünistlikle suçlayanlara ateş püskürüyordu bir yerde. Neyse, para kazanmayı sevmiyor, on dokuzunda evlenip yirmisinde çocuk sahibi olduğu için başka şansı da yok. Ortağı dükkânı çevirirken kendisi üst katta şiirlerini yazıyor. 1950’de Ankara’da askerliğini yaparken Cahit Sıtkı ve Orhan Veli’yle tanışmak istiyor ama rastlaşamıyorlar bir türlü, bir gün Nurullah Ataç’ın kendisini çağırdığı söyleniyor, bir pastanede buluşuyorlar, Ataç’ın sorularından sıkılan Cansever ters cevaplar vermeye başlıyor. İlk ve son buluşmaları. Ataç arada evine uğramasını istiyor ama hiç gitmiyor Cansever.
Adalet Ağaoğlu’nun çocukluğu ve gençliği hoş, tam kurmaca. Yaşar Kemal’in uzun röportajı ders niteliğinde, kentten romancı çıkmayacağı fikri tartışılır ama onun dışında röportajı da romanları gibi. Fikret Otyam onca yazar arasında belki de en keyiflisi, yaşam dolusu. Çallı’nın atölyesinden mezun olduktan sonra arka arkaya resim yapmaya başlıyor, dönemin ünlü sanatçılarıyla tanışıyor. Balıkçı’dan azar yiyor bir zaman, köylüleri baloya giden şehirliler gibi resmettiği için. Suat Derviş akraba kızı, Otyam’ın babasına göre koca Suat Paşa’nın kızı bolşeviğin biri. Sait Faik’le dostluk, kitaplara çizilen resimlerle kazanılan üç beş kuruşun el elde baş başta iyi edilmesi, Bilge Karasu , Metin Eloğlu, Orhan Peker’le arkadaşlık, bir dolu anı. Kırgın biraz Otyam, Yaşar Kemal ve Ahmed Arif’le can ciğerlerken küsüşmüşler, Otyam birazcık açık sözlü olduğu için darılıvermişler. Üzülüyor ama yine de dostluklarının tadını unutamadığını dile getirerek gönülden bir yakınlık duyduğunu söylüyor her şeye rağmen.
Fakir Baykurt. Samim Kocagöz öykülerini beğense de Nezihe Meriç’e beğendiremiyor bir türlü, nihayet Hüsamettin Bozok sayesinde Baykurt’un kitabı basılıyor. Şengil’e kinleniyor biraz Baykurt, ilk öyküsünü basmış olmasına rağmen sonrasında pek ilgilenmediğini düşünüyor ve Yunus Nadi Ödülünü kazanan roman dosyasını Şengil’in bütün ısrarlarına rağmen Bozok’a gönderiyor. Sonra zar zor gidebildiği ABD’deki eğitim yılları, romanları var, gerisi de okurun elinden öper artık. Gülten Akın’ın yazısı beni etkilemişti ilk okuduğumda. Tuttum, yazıdaki iki cümleyi kitabımdaki bir öyküye epigraf yaptım. “Yaşıyorum ve yazıyorum. Biri ötekine dönüşüyor durmadan.” (s. 375) Bu.
Meraklısı edinsin.
Cevap yaz