Haroldo Conti – Nehirde

Gabriel García Márquez’e göre Arjantin’in en iyi yazarlarından biri, Galeano’nun fikrince de onun edebiyatı ötekilerin yalnızlığına odaklanıyor ve tıpkı nehrin yaptığı gibi onları içtenlikle kucaklıyor. Conti 1925’te Buenos Aires’te doğduktan sonra Papaz Okulu’nda, ardından Buenos Aires Üniversitesinde okuyor, felsefe bölümünden mezun oluyor. Aktörlük, banka memurluğu, Latince öğretmenliği ve senaristlik gibi pek çok işte çalıştıktan sonra 1962’de bu romanı yayımlanıyor, yazdığı pek çok öykü ve roman birçok edebiyat ödülüne layık görülüyor, bu ödüllerden birinin jürisinde Llosa ve Márquez de var. 1970’lerde bir edebiyat ödülünde jürilik yapmak için Küba’ya gidiyor, edebiyat dünyasının önemli bir ismi haline geliyor ama 1976’daki darbeyle birlikte adı “tehlikeli ajan” listesinde geçtiği için ne yazık ki “kayboluyor”, evini basanlar tarafından götürüldükten sonra hakkında hiçbir haber alınamıyor, adı kayıplar listelerine geçiriliyor. 1955’teki evliliğinden iki çocuğu var, ikinci birlikteliğinden Ernesto adlı bir oğlu oluyor, 1976’nın başlarında. Oğluyla doya doya vakit geçiremeden cuntanın kurbanı oluyor Conti, çok acı. Türkçeye çevrilen tek metni bu, Pinhan’ın nadiren el attığı kurgu metinlerin en iyilerinden, keşke diğer metinleri de çevirtseler, bassalar, zira bu anlatının hikâyesinin biraz olsun benzerini içeriyorlarsa iyi okurun gözünden kaçmaz, okunur, hakkı verilir. İnsanın var oluşunu doğadan bağımsız bir şekilde ele alamayacağımız metinleri düşünüyorum, Roy Jacobsen’ın romanları geliyor aklıma. Deniz, ada, anakara üçgeninde yaşamlarını sürdüren insanları ölüm bile sarsamıyor, dinginliğin ve kendiliğindenliğin içinde sessizce göçüp gidiyor insanlar, zamanları tükenene kadar her yıl aynı döngüyü sürdürüyorlar. Balık mevsimleri, adaya her yıl belli zamanlarda yanaşan gemiler, anakarada balık satışı gibi olaylar sayesinde zamanın geçtiğini anlayabiliyoruz, yaşamların radikal değişimleri bile bu süreğenliğin içinde olup bitiyor, sanki hiçbir şey değişmiyor. Jacobsen’ın metinlerini Conti’nin İskandinavya versiyonları olarak görebiliriz, tam tersi de geçerli tabii, öylesi bir benzerlik var. Conti’nin anlatısında nehirle birlikte akıp giden yaşamların izlerini süreriz, karakterler nehri arkalarında bırakıp şehre gitmek isteseler de gidemezler, bildikleri tek dünyadan ayrılmak istemezler kolay kolay. Boga ve İhtiyar’ın yaşamları belli bir yatakta akar, sabitliğin ve devingenliğin birleşimi anlatının temelini oluşturur.

Anguilas Deresi’nin tasviriyle başlıyoruz, civardaki adalar ve nehrin kıyıları şekillenirken kentten oldukça uzak bir alanda olduğumuzu düşünürüz ama açık havalarda güneye bakıldığı zaman Buenos Aires’in yüksek binalarının beyaz ve gri izleri ortaya çıkar, kent aslında birkaç kilometre uzaktadır ama İhtiyar’ın hastalığı ortaya çıkana kadar mekanlaşmayacaktır. Anguilas’ın denize döküldüğü nokta üzerinde durur anlatıcı, bu bölgede balıkçıların yoğunlukla avlandıklarını söyler, hatta balıkçıların hasbelkader oradan geçen, baş halatları kullanmaya çalışan safların kayıklarına ateş edip batırdıklarını öğreniriz. O bölgenin insanı kaotik, sakin gibi gözükse de gerginlikle dolu anlarda ne yapacakları pek belli olmuyor. İhtiyar öyle değil, arada sırada yer verilen eski hikâyelerdeki Borgesvari karakterlere pek benzemiyor, sazların uzamaya başladığı zamanlarda hasada başlıyor ve geçimini bu sazlardan ve balıkçılıktan sağlıyor. İhtiyar’ın yaşamının son yılında Boga çıkıyor ortaya, birlikte çalışmaya başlıyorlar. Gereğinden fazla konuşmuyorlar, işlerini sessizlik içinde görüyorlar, yakınlardan geçen bir turna görüldüğü zaman İhtiyar’ın patlayan tüfeği bu sessizliği bozsa da nehir ve bitkiler yankıları hemen soğurup doğanın sesini baskın hale getiriyor tekrar. Bir süre sonra İhtiyar öleceğini söylemeye başlıyor, kuvvetli bir hissin etkisiyle. Derme çatma evinin işlerini gören İhtiyar Kadın’a söylüyor bunu, sonra Boga’ya da söylemeye başlıyor. İhtiyar Bastos’a, düşman gibi gördüğü en yakın arkadaşı da durumdan haberdar, diğerlerini ikna edip İhtiyar’ı hastaneye yatırtıyor. Önceleri kente yanaşmaktan imtina eden İhtiyar, durumu gittikçe kötüleştiği için tedaviyi kabul ediyor ama yaşlılık, yapacak pek bir şey de yok. Her salı, perşembe ve pazar, ziyaret günlerinde İhtiyar’ı ziyaret ediyorlar, son havadisleri veriyorlar, nihayetinde İhtiyar yaz başında ölüyor, iki saat boyunca başında bekliyorlar. Sessizlik. İki rahibe geliyor, tespih çekip dua okuyorlar, sonra hemen gömüyorlar adamı. Boga’nın kalmak için hiçbir sebebi kalmıyor, İhtiyar Kadın’a gideceğini söylediği zaman İhtiyar’ın meşhur tüfeğini yanına almamaya karar veriyor, bir tek kazandığı parayı alıp bir başına yaşamaya başlıyor. Hikâyenin akışı yön değiştiriyor, Boga’ya odaklanıyoruz. Yalnızlığın etkisiyle doğaya atılan bakışlar yoğunlaşıyor: “Nehrin kışın bir türlü yazın başka türlü değiştiği söylenemez. Nehir değişir. ;O kadar. Adalar ise tam tersine, her mevsim farklı görünür. (…) Bütün bunlar belli belirsiz gerçekleşir. Olgunlukla. Kişi kıştır ve kişi yazdır. Fakat her hâlükarda, her şeyin kuzeyden geldiği oldukça açıktır. Endişe, telaş ve ışık. Yazın bütün coşkusu ve çılgınlığı…” (s. 36) Boga kısa bir süre sonra yeni bir dinginliğe kavuştuğunu duyumsuyor, yaşamak istediği hayatı yaşamaya yeni başladığını hissediyor. Balığın en güzel kısımlarını yiyebilir artık, gitmek istediği yere gidebilir, önünde uzun bir yaşam var. İhtiyar’ı anımsama anları giderek azalıyor, bir başınalık ve nehirde karşılaşılan insanların hikâyeleri Boga’nın yaşamını doldurmaya başlayınca İhtiyar’la geçirdiği zamanlar yavaş yavaş kayboluyor. Uzun süredir avlamak istediği bir balığın izini sürmesi gibi nadiren ortaya çıkan hedeflerinin dışında oldukça edilgen bir yaşam sürüyor, ölümü kabullenip yaşamına “itaat ediyor”. Ticaret yapmaya çalıştığı bölümlerde keyifleniyoruz, uzunca pazarlıkların yapıldığı bölümlerde diyaloglar oldukça eğlenceli, karşısındaki insana hakaret ediyor, aynı şekilde hakaret yiyor, en sonunda anlaşıp gereksinimlerini ediniyor. Birkaç kilo balığa karşılık sigara, şarap, su, av malzemesi. Gemi inşa etme hevesi eksiğinin gediğinin olmadığı bir zamanda beliriyor, belki de yaşamının en büyük hedefi. Karşısına çıkan ahmak bir genci gördüğü zaman kendisini İhtiyar’mış gibi duyumsayarak geçici bir süreliğini çocuğu ve köpeğini yanına alıyor, birlikte çalışmaya başlıyorlar, ta ki yarı batık gemiyi görene kadar. Bir gün çocuğu ardında bırakarak gemiye çıkıyor ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışıyor, yüzer hale getireceği gemide yaşamak için elinden geleni yapıyor. Tam o sırada karşısına çıkan haydutlar bütün planlarını alt üst ediyor ne yazık ki, adamların öldüresiye dövdükleri başka bir adamın halini görünce onlara katılmak zorunda kalıyor, biraz da kendini akışı bıraktığı için. Birlikte dolanıyorlar, savaşıyorlar ve en sonunda kolluk kuvvetlerinin karşısında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Birer birer düşerlerken geriye bir tek Boga kalıyor, yediği kurşunların etkisiyle yaşamının giderek solduğunu görüyor ama oldukça sakin, ölmek üzereyken nehrin üzerindeki belli bir noktaya bakıp yakın geçmişi hatırlıyor, birlikte iş yaptığı adamın kısa süre önce oradan geçmiş olduğunu düşünüyor ve ışıklar giderek sönerken gecenin içinde sessizce oturmayı sürdürüyor. Son.

Hava aydınlanıyor, kararıyor, balıklar ağların içinde ve oltaların ucunda sallanıyor, kulaklarda tertemiz bir rüzgâr uğulduyor, sazlar nehrin belli bölgelerinde salınıyor, doğa el değmemişçesine yaşıyor. Boga’nın dokunuşları bu hali hiç bozmuyor, toprakla ve suyla denk bir yaşamın detaylarını bütün gerçekçiliğiyle görüyoruz. Ölümüne yol açan geminin adı ALELUYA, manidar, Boga dile getiremediği hislerini bu gemi vasıtasıyla söylüyormuş gibi. Şükür, hiç düşünmediği.

İyi bir metin, okunmasını tavsiye ederim. Arjantin’in pastoral cenneti, basit yaşamları. O basitlik kent çocukları için karmaşık, okuruna göre artık.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!