Marcel Aymé’nin dört ile yetmiş beş yaşları arasındaki çocuklar için yazdığı metin Erez’in metniyle kardeş, siyasi yorumlar hariç. Güvercinlerin uçuştuğu bölümde Ecevit’in DSP’siyle ilgili malumatı anlamak için dönemin olaylarını bilmek lazım, tamamıyla bir hayvanname değil bu. İskenderiye’de yazılmış Physiologus‘tan etkilenenler yüzlerce yıl sonra bestiary denen metinleri yazarlar, 4. yüzyıldan 12. yüzyıla hatta ötesine uzanan zincirin bizdeki halkasını Erez takmış. Fabl veya masal değil, gerçi biraz andırıyor ama hayvanlarla ilgili sayısız çağrışımın, çağrışımlardan doğan gevezeliğin ortaya çıkardığı yeni bir tür. Denemeye yakın, üfürme bilgilerin de yer aldığı bu eserlerde hayvanların çok tuhaf şekillerde ürediklerinden, var olmayan hayvanların özelliklerinden bahsedilir, Erez suyu bulandırmadan mevcutlar üzerinden anlatıyor anlatacağını. Örnek metinlerdeki gruplamaya sadık kalıyor, dörtbacaklılardan uçabilen canlılara pek çok hayvandan hikâyeler, dersler, bilgiler çıkarıyor. Araya dereye bir iki zırva sıkıştırarak anlatayım, ilk hayvan eşek. Makaryos’un dediğine göre Kıbrıs’ın tek yerlisi Kıbrıs eşekleriymiş, Rauf Denktaş bu söze verdiği cevapla lafı gediğine oturtmuş da araştırıyorum, sözün sahibi Rauf Denktaş çıkıyor, işin doğrusunu bulamadım. Neyse, bu eşekler bile Kıbrıs’ın yerlisi değilmiş, Afrika’dan getirilmiş, orada eşek tükenince Kıbrıslı bilmişler hayvanları. Mesela hellim peyniri de Kıbrıs kökenlidir söylenene göre, başka yerlerde peynir olup olmaması hellimi pek ilgilendirmez, o yine peynirdir, lordan sonra ikinci tercihimdir. Eşek bir ulaşım aracı olarak ilk tercihim değildir lakin İsa’nın, biraz da çaresizlikten herhalde, Kudüs’e gelirken ilk tercihidir, böylece alçakgönüllü olduğunu da anlarız. İsa’nın. Kendisinden aşağı yukarı 8.000 yıl önce eşek sırtına ilk kez binmiş insana dua etmiştir sanıyorum, bir şeyi ilk kez yaparken o şeyi ilk kez yapanın ne düşündüğünü merak etmişimdir, İsa da ettiyse ve şükranlarını sunduysa adam durduk yere yaşadı. Sürülerin kontrolüne de yarar eşek, özellikle dişi olanı yaklaşan tilkiye, kurda anırır, çiftesini sallar. Memeden ayrılan tayı sakinleştirici gücü vardır, atları toptan yatıştırırlar, çiftleştikleri zaman katır ürer. Eşek iyi hayvandır yani, atın daha halden anlayanı denebilir.
“Devesi hacı” derlermiş, hani hacca gitse de her türlü günahı işleyenler doğruluktan nasiplenmemişlerdir, develeri onlardan daha hacıdır, öyle bir iğneleme. Araplardan almamışız deveyi, Gobi Çölü’nü ve Taklamakan’ı çift hörgüçlü arkadaşlarımızın sayesinde geçmişiz, onların etinden, derisinden yararlanmışız. Araplarınki tek hörgüçlü, daha az yakıyor ve sıcağa daha dayanıklı muhtemelen. Erez’in aktardığı bilgiye göre 9.000 yıl önce Orta Asya’daki kayaların üzerine “Ü” ve “E” kazınmış, “yük” ve “hayvan”, zamanla “üve” olmuş, sonra “deve”. Bana biraz üfürme gibi geldi, biraz araştırınca mevzunun bambaşka bir yerden geldiğini gördüm ama böyle şeyleri kim kesin olarak bilebilir ki, adamın biri kaynak kayanın üzerindeki işaretlerin yanına bir şey kazısa bitti. Evet, develerimize ağda yaparmışız, tüylerini dökermişiz, 1600’lerin üçüncü çeyreğinde öyle yazmış Antoine Galland. Develerimize çok iyi bakarmışız, savaş sırasında ortalıkta gezinen yavrularını korurmuşuz, hatıratlarda var. Zürafalar da var, Avrupa’ya Afrika’dan ilk kez getirilen hayvanların yol açtığı şaşkınlığın benzeri Osmanlı döneminde de yaşanmış. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, yamuk yapmadan önce herhalde, Habeşistan’da ele geçirdiği zürafayı göndermiş. Çinili Meydanı’na getirilen hayvanı bütün Enderun ağaları görmüş, herkes toplanıp seyre gitmiş. Padişah bu hayvanla ilgili bir şeylerin söylenmesini isteyince huzurundaki muhasipler hayvanın hareketlerini, duruşunu falan bazı ağalarınkine benzetmişler, kahkahalar havalarda uçuşmuş. Acemler bu hayvana “eşter ve gav ve pelenk” demişler, “deve, öküz ve kaplan”. Romalılar ayrı dünya, “deve leopar” demişler. Mısırlılar çok daha önceden biliyorlarmış zürafayı, piramitlerde bulunmuş eşyaların üzerinde resimlerine rastlanmış. Yavrularının talihsizliği kötü, iki metre yukarıdan yere güm. Bize gelen eşek şakalarında kullanılmış ki arkadaşının üzerine araba sürenlerin benzerlerine rastlamak şaşırtmadı: Enderunlu Abdi Bey’e zürafanın kutsal ve mübarek olduğu söylenmiş, adamı hayvanın sırtına zorla bindirmişler, zürafa ürküp koşmaya başlayınca öleceğine inanan Abdi Bey haykırmaya başlamış. Enderunlular çok gülmüşler, müthiş şaka. Mecazi olarak “sevici kadın” anlamında kullanılmış “zürafa”, Galata’daki sokağın adı olmuş, yüzyılın başında orada hoşbeş otuz kuruş, sabahlamak da bir liraymış.
Geyikler. Alanlarına çok dikkat ederler, popülasyon artarsa basıp giderler. 1926’da bir adaya bırakılan geyikler hemen çoğalmış, 1955’te sayıları yüzlere ulaşmış da 1958’de yarıdan fazlası ölmüş. Geniş alan ihtiyacı insanlarda da var, Erez büyük şehirlere bağlıyor mevzuyu. Özellikle toplu taşımada insanın geyik olası geliyor. Kirpiye geçiyorum, insanımızın kadim bilgisine hayret ediyorum. Mayasıl tedavisi için kirpi etini öneren kapıcı elbet Erez’in hayretine mazhar olmuştur, kaplumbağa kanının kansere iyi geldiğini söyleyenler sayısız kaplumbağanın ölümüne yol açmışlardır, bazı hayvanların bazı şeylere iyi geldiği malumdur da etini sütünü elde etmek için katletmek neçe iştir, Erez çok rahatsız. Toronto’da kirpiden anlayan veterinerlerin listesini görünce sevinmiş gerçi, bu hayvancıklara gereken özenin gösterilmesi ne güzel. Rastlarız, ben rastladım en azından, gecenin bir körü apartmana girmek üzereyken “hınk hınk” diye bir ses geldi. Sarhoşum az, anahtarı arıyorum, ses bir daha gelince dönüp baktım, iki kirpi arka arkaya yürüyor. Arkadaki kokluyor herhalde, onun sesi. Bunlar yürüyüp gittiler, olduğum yerde izledim, sonra anahtarı bulup içeri girdim. Dişlerimi fırçaladığımı hatırlıyorum, sonra eşofmanımı giyip koydum kafayı yastığa, gün öyle bitti. Kirpilere rastlamasaydım gün yine böyle biterdi ama ayaklarım azıcık da olsa yerden kesilmemiş olurdu, dişlerimi fırçalayacak gücü bulamazdım belki, bir şeyler olmazdı. Sonra bir başka gün Eren geldi, apartmanın balkonunda bira içiyoruz. Caddeye baktım, bir şey hareket ediyor. Eren’e gösterdim, almaya gitti. Şöyle bir tökezledi, “Lan oğlum,” dedim, gece vakti yolun boş olmasına sevindim çünkü adam programdan sonra gelmişti. Hayvan gibi içiyor Eren, ondan fazla bira şişesini koltuğunun etrafına bir bir dizdiğini çok görmüşümdür. İçtiklerinden kendine yuva yapıyor resmen. Gerçi yıllardır içmedik, meşhurlarla çalmaya başladıktan sonra cin min bir şeyler diyordu en son. Neyse, gitti aldı kirpiyi, dikenler eline batınca düşürdü, sonra yine aldı, yeşillik aramaya başladık. Karşı apartmanın küçük bir bahçesi var, oraya attı. “Oha, öküz müsün oğlum,” dedim, sağ kurtulacağını söyledi. Kirpiler dayanıklı hayvanlar, milyonlarca yıldır bizimleler. Aşıya ihtiyaçları yok, böcek yerler, dışkıları kokmaz, kendileri de kokmaz, dikenlerine peynir falan saplayıp davetlerde ortalıkta gezdirmekten bahsedenler varmış Erez’in dediğine göre.
Martılarla bitireyim, Erez şiirlerdeki martılardan bahsediyor da ben kedilerin mamalarına dadananlardan bahsedeceğim. Vecdi Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu nam metninde bu kuşların nihayet sokaklardaki çöpleri eşeleyeceğinden bahsediyordu karakterlerden biri, çöplerle kalsalar iyi. Kovalıyorum, bıdı bıdı kaçıyor, sonra geri geliyor. Kovalamıyorum artık, nasibini bulsun. Kediler de saldırmıyor bunlara, birbirlerine saldırıyorlar. Martılar akıllı hayvanlar, dört ayaklıları birbirine düşürmekte usta. Yolun ortasında duruyor, etrafına bakıyor, kapları ters çeviriyor musibet. Sonra diyorum ki neye musibet, hayvan işte. Ne bilsin kabı kubu, bodoslamadan dalıyor ne gördüyse. Mutlu oluyorum bunu düşününce, her hayvan kafasına göre. İyi kötü yok, neyse o. Kargayla münasebet kurmuyor, kediyle hukuku başka, biri ünledi mi diğeri de katılıyor hemen, sabahları rezil ediyor. Martı da böyle bir madde.
Cevap yaz