Televizyon işinde iyi para var, yazdığı senaryoyu sündüre sündüre götürene daha iyi para var. Takma isim kullanarak yazmak anlaşılır, televizyonun hitap ettiği vasat ve vasat altı kitleye uygun hikâyenin esas metinlerden ayrışması lazım. Belki de esas metin senaryodur, kim bilir, belki yan işe dönmüştür roman moman yazmak. Neyse, Pisuvar Tedirginliği nam bombastik metnin yazarı Gül Abus çarkı senaryoya kıranlardan, Seda Çakır da öyle. Birkaç dizinin senaryosunda imzası var, merak edip biraz izleyeyim dedim ama beynim işlediği bilgiyi dışarı föşkürttü hemen, ağlayarak unuttum izlediklerimi. Romanı iyi ama, deli işi biraz. Bol göndermeli, meşhur metinleri yüzlerce yıl mesafeden çağırıp şöyle bir gösteren, oyuncul. Hikâye bölümler halinde, anlatıcı değişiyor ama pek de değişmiyor, bu anlatıcı değiştirme olayı neden arıza çıkarıyor ki? Ülkü Tamer’in çocukları ne kadar çocuktur mesela, çocukların sesleri ne iyi çocukluktur, sonra yetişkinlerin anlaşılmaz dünyası da aslında ne çocukluktur ama büyüktür onlar, yaşamdan bir şeyler öğrenmişlerdir de yetişmişlerdir görünürde, oysa katılaşmışlardır hepi topu. Anlatıcılar aslında tek bir anlatıcıysa onca karakter tek bir karakterdir, üçüncü şahıs anlatırken tekrar çoğalırlar, döngü böyle. İlk bölümde Albertine’in ağzına bakıyoruz, içine yuvalanmış Alice’i de anlatıyor. Malum, Albertine kayıp, bu kayıplığına dair bir şeylere rast geleceğiz. Alice’in aynasına dair de bir şeyler bulacağız ama burada cadılığını göreceğiz önce. Anlatıyor Albertine, cadı olduğunu çocukluğundan beri biliyormuş, en yakın arkadaşını kurbağa yedirerek öldürmüş. Beş yaşın büyüsünde bir kurbağanın konuşması normaldir, Albertine de üzerinde pek durmamış ama kurbağayla konuştuktan sonra rüyayla gerçeği ayırt edememeye başlamış. Sonuç şu: Kurbağa dönmemiş, arkadaş ölmüş, Albertine çok ağlamış. Cadıdan nasıl kurtulacağını bilmiyor, Lady Alice Kyteler 14. yüzyıldan sapkın bir cadı, dört kez evlenmiş ve üç kocasını zehirleyerek öldürmüş, sonra Albertine’e dadanmış. Daha doğrusu ruhu Albertine’in doğumuyla birlikte yeni bir konak bulmuş kendine, kızın ruhunu tam olarak yok edemediği için zihnin bir köşesine hapsedilmiş. Yirmi bir yıldır cadıyla savaşıyormuş Albertine, kötülüğe doymuş, iyilik peşindeymiş artık. Fikret’le karşılaşmasının etkisi büyük, adam cansız mankenlerini üretirken ellerinin izlendiğinden habersiz. Albertine âşık olduğu adamın her bir hareketini, sözünü aklına kazıyor, öylesi. Sündüz üzerinde çalışıyor Fikret, giyim mağazalarına sattığı çoğu mankenin peşini bırakıyor ama Sündüz’den ayrılması zor olacak. Balmumuna can veren Fikret bu son insan suretinde bir şey bulacak, mevzuda cadı olduğuna göre balmumunda da öcü veya doğaüstü bir mahluk olması doğal. Bahar’la Müşfik’e geçiyoruz, sonraki bölüm. Müşfik düşüyor, Thomas Düşerken‘deki gibi bir düşüş, sonu gelene dek hatırlanacaklar var. Bahar kör, Müşfik’le mutlu bir evliliği var, eşini seviyor. Müşfik de Bahar’ı sevdiği için pencereden uçup gitmeye çalışan balonu yakalamaya çalışıyor, belki de balon onu yakalamaya çalışıyor bir süre sonra, ne ki yolları ayrı. Müşfik’in ikinci el giysi dükkânı belli ki iyi iş yapıyor, kazançları yerinde. İkisinin şiirle, öyküyle haşır neşirliği bazen dizeler, bazen hikâyeler olarak karşımıza çıkacak. Müşfik de karşımıza çıkacak ama başka bir şekilde. Bir iki oyundan daha bahsetmeli, es veriyor üçüncü şahıs bazen. Dümdüz “es”, kısa cümlelerin arasına birkaç. Sayfanın boşluğuna asılı bir virgülün kaç nefeslik ömrü olacağını düşündüm, buna bir metin gerek ama bu değil, burada sade es. Sündüz’ün de ağzı var dili yok bu arada, bilinci var da yok, kendini ifade edemiyor çünkü o bir suret, yine de Bahar’ın acısını anlayabiliyor. Fikret’in yaptığı manken meğer Bahar’ın dükkânına gidecekmiş, gitmiş de Müşfik’in ölümünden ötürü mekana yayılan acıyı anlamış. Bahar’ın Fikret’e gidişini de anlamıştır, Fikret öyle bir âşık oluyor ki zaman yavaşlıyor, anlatıcı ölçeği büyütüp âşık oluşun sihrini benzetmelerle, devrik cümlelerle yansıtıyor. Ne ki Bahar kocasını istiyor, Fikret’e kocasının bir suretini yapıp yapamayacağını soruyor. Gülhanım giriyor devreye, Fikret’in on üç yıl önce ölen eşi gittiği yere değiniyor biraz, sonra Fikret’le ilişkisini anlatıyor. İyi bir evlilik, mutluluk, talihsiz ölüm. Fikret eşinin suretini yaptıkça Gülhanım parça parça çürümüş, erimiş, yok olmuş ortalıktan. Hastalığının ne olduğunu bilmiyoruz, öldükten sonra Fikret’in civarında dolandığını biliyoruz. Değişecekmiş Fikret, Gülhanım kocasını tanıyor ve değişmesini de istiyor, ölümünden sorumlu olmasa da sorumluluk hisseden eşinin, eski eşinin ama o âna göre hâlâ eşinin Bahar’a kapıldığını anlıyor.
Albertine dükkâna gelince taburesine birinin oturduğunu, çay içtiğini anlıyor ve acısını Derya’ya anlatıyor, seks partnerine. Biri pozitifken diğeri negatif, birbirlerini çeken zıt kutuplar. Albertine için daha fazla derinleşmeyecek, süreli bir sağalma. Derya âşık, ona üzüleceğiz biraz, Albertine âşık olduğu adamın elinden kayıp gittiğini anlayınca Derya’nın evine dönmeyecek bir daha, ayrıldıkları zaman Derya şaşıracak, Albertine’in o kadar kaba olduğunu hiç görmemiş çünkü. Onca kayboluşa katlandığından bahsedince Albertine tahammülün Derya’nın sorunu olduğunu çok kaba biçimde söylüyor, Derya için sert bir uyanış. Kimse bir şey yapmasını söylemedi, fedakârlıkta bulunmasını istemedi, Albertine’e yakın olabilmek için elinden geleni yaptı sadece. Birlikte Bahar’ın dükkânına bile girdiler, etrafı kolaçan edip Sündüz’ün üzerindeki sarı kazağı aşırdılar, o kazak da iyice düğümlenen hikâyenin bir yerinde arıza çıkardı ama okura kalsın. Fotoğraf esas düğümü atıyor sanırım, Bahar yanında örnek diye getirdiği fotoğrafı verir vermez Fikret’in aklı gidiyor, fotoğrafta Bahar’ın yanında gülümseyen Müşfik tıpkı Fikret. Kendini yapacak, biçimlendirecek, belki Gülhanım gibi işini ilerlettikçe bedeni çürümeye başlayacak ve ölecek, aşk için bunu yapabilir mi? Albertine’e göre cadılar devrimcidir, melekler gibi emir kulu değildir, bunun yanında aşk da devrimcidir ve yerleşik kanıları bir solukta ortadan kaldırır. İki farklı devrim özneleri bir araya getiremeyecek ne yazık ki, ilginç bir ilişki ortaya çıkabilirdi. Aralarındaki yaş farkını düşünürsek Fikret belki biraz büyük ama cadıya göre çok küçük, iki ruhun ortalamasını alınca yine büyük kalıyor Albertine, çok. Olmayacak yani. Kendini dağa taşa vurduğu zaman ördekleri görüyor ki birinin fotoğrafı metne alınmış, bildiğimiz ördek, yüzüyor. Fikret ve Bahar bir araya geliyorlar ama ikisi de istedikleri biçimde gelemiyorlar sanırım, birbirleri için teselliler. Derya her şeyi anlıyor, her şeyi anlamanın lanetine kapıldığını ve hep mutsuz olacağını hissediyor, Albertine kapıyı vurup son kez ormana gittiği zaman tekrar kurbağaya rastlıyor ve cadılığını hatırlayarak yaşamına devam ediyor. Sanki. Son biraz muallakta. Bir cadıdan rasyonel kararlar vermesini bekleyemeyiz sonuçta ki insanlardan beklemiyoruz başta, araştırmalara göre insan son derece irrasyonel bir varlık, kaosa ve kıymalı makarnaya aynı anda tapabiliriz.
Nedir, mesela Derya ve Albertine küfürlü konuşurlar, bazen dozu kaçar ve küfürler rahatsız edici seviyeye varır ama anlatıcı oldukları bölümlerde hemen hiç küfür etmezler. Vakanüvis Daire Başkanlığı diye bir kurum var, yakın tarihe dair her şey o kurumda mevcut, iş biraz polisiyeye gittiğinde bu tuhaf yer ilgi çekici hale geliyor. Böyle ilginç buluşlar var anlatıda, her şeyin naylondan olduğu çok uygun bir yerde söyleniyor, insan böyle metinlerle karşılaşınca mutlu oluyor.
Seda Çakır Avunduk yeni bir roman üzerinde çalışıyorsa ne güzel, senaryo yazıyorsa da muvaffakiyetler dilerim. Bu metnin de bulunduğu yerde alınıp okunmasını isterim.
Cevap yaz