Gustave Flaubert yazmadan önce rastgele bir şeyler okurmuş, Birsel de çekmiş kitabı, Puşkin’in başına oturmuş. Erzurum yolculuğu, Osmanlı-Rus savaşı, genç bir Türk’ün ölüsünü güzelliyor Puşkin, ardından at istiyor da anlatamıyor derdini, paradan konuşunca atla birlikte kılavuz da geliyor, paket halinde. Dostoyevski’nin dedikleri besbeter, ilk çevirisinden itibaren sansürlenen metinlerinde Rusların İstanbul’u er geç ele geçireceklerini söylüyor. Asya’ya geri postalanması gereken halkı İngilizler korumasa pat küt indirirlermiş, Dostoyevski’den milliyetçi zırvalar. “Çarigrad” diyorlarmış Ruslar İstanbul’a, Bulgarlar da ondan geri kalmıyorlarmış, görünen o ki Salâh üç gününü bu savaş çığırtkanlıklarını araştırmaya adamış. Arka arkaya dolanlardan başka aydan aya bağlananları var, günlerin Bostancı’dan geçişini yürüyüşe çıkan veya penceresinin önünde çatık kaşlarla gökyüzüne bakan Birsel’in düşüncelerinde okuyabiliriz: martılar rahat vermez, sabahın köründe huahua ederler, uyandırırlar insanları. Öpüşeni, kavga edeni çoktur, çocuklarını korurken birbirlerini didiklerler. Yıl 1991, ben üç yaşındayım o sıra, Birsel’in 15 dakika uzağında yaşıyorum. Yani onun 15 dakikası bittikten sonra benimki başlıyor, aynı martıları görüyoruz, buraların martıları çok meşhur, sağlam küfür yiyor alayı. Altıntepe’deki pembe köşkte yaşayan mafya eskisinin haberleri çıkmıştı, sokaktan geçen kedilerden başka martılara da ateş ediyormuş, ben tepkimi böyle göstermiyorum da sabahın köründe kafamı şişiren martılara bakıp zihin gücümle kafalarını karıştırıyorum, daha çok hualamaya başlıyorlar, böylece bütün mahalle derdime ortak oluyor. Martı değil de kargaymış bu arada, pardon, gerçi martılardan da bahsediyor Birsel ama konu kargalar şimdi, kargaların enselenmesi. Çatalçeşme’den Bostancı’ya yürüyor Birsel, kuşları takip ediyor, kırkının ellisinin Grand Kupa’da konuşlandığını görüyor. Eskiden böyle mekânlar vardı, şimdi yerinde ne var acaba, eskiden kuşlar. Gazinonun yıldızı Tanju Okan’ın sesini dallarda arıyorlar Birsel’e göre, Ferdi Özbeğen başta olmak üzere dönemin pek çok meşhuru orada sahneye çıktığına göre kimin peşindeler bilemeyiz, kışın deniz kıyısında toplaştıklarını biliriz. O kadar kuş toplaşır da ne yapar, deniz kıyısını niye ev bellerler, suya çekilmekte aramalı. Bostancı’dan bir yazar geçerken görüyor bunları, yetmiyor, hemzemin geçitten geçerken küttedek düşüyor. Eşi Jale yanında, çarşamba pazarından dönüyorlar, limonlar portakallar yuvarlanıyor yola. Tren geliyor, adamı sürükleyip çıkarıyorlar demiryolundan, meyvelerini topluyorlar, yaşlanmanın kederini veriyorlar ama almıyor yazar, kalktığı gibi ne yazacağını kurmuştur kafasında. Elini soğutmadan, eve gider gitmez, mesela övüldüğünü yazabilir, övülmüştür çünkü, sıklıkla övülür ve övülmek çok hoşuna gider. Öğretmen bir dostu denemelerine bayıldığını söyler, televizyonların o zamanki ünlülerinden Orhan Boran bir gazetenin kitap ekinin düzenlediği soruşturmanın sorularıyla cebelleşirken “Salâh Birsel’in bütün yapıtlarını, hem de üçüncü kez, yudum yudum içerek” okuduğunu söyler. “Yazarlar çok beklerler bu sıcak sözleri. Ama eleştirmenler bunların binde birini bile fıslamaya yanaşmaz. Çünkü onlar da kendilerinin beğenilmesini, kendilerinin koltuklanmasını isterler.” (s. 12) Burada lafı Fethi Naci’ye getirecektir Birsel, Naci bir süre önce Birsel’i eleştirip Türkçeden uzağa düşmekle suçlamıştır, cevap vermek gerekir de bunun yolu Orhan Kemal’i metne katık etmekle mi olmalıydı, tercih. Orhan Kemal eleştirmenleri bir güzel eleştirir, yapıcı değil de yıkıcı olduklarını söyler. Eleştiride bu yapıcılık meselesi o kadar üfürüktendir ki dile getireni susturup hayata devam etmek gerekir. Neyse, önyargılarla başlarlar eleştiriye, hele Fethi Naci. Onun övme zorunluluğu yoktur, ayrıca ağzı başkasınındır, arkasında derin güçler mi vardır ne, Orhan Kemal bir yerlere dokunur ama nerelere, bilemeyiz. Biliriz, Yaşar Kemal’i övüp Orhan Kemal’i görmezden gelen Naci’ye kurulur yazar, o sıralar Naci’nin Genelkurmay’da çeviri işlerine baktığını öğrenince hemen dedikodu çıkarıp adamın ekmeğiyle oynamaya başlar, hani komünist adamdır Naci, askeriyede iş yapmak ne? Birsel’in bunları bilmediğini sanmıyorum, biraz kaçak oynadığını düşünüyorum. Gerçi kavgadan dövüşten sıkıldığını defalarca söyler, kafadan dalmaz sanatçılara da bu yol biraz kokuşuk. İki övgüye daha yer verecek Birsel, övüldükçe gönenecek, sevinecek, kendisi de övmekten geri kalmayacak bu arada: Ülkü Uluırmak’a bakmalı. Selçuk Baran da övmüş, sahaflara yallah.
“Ey Salâh, ömür dersini bütünledim diye gam getirme. Irmaklar, dağlar, denizler 100 tane 1100 selam kavsinin ayaklarına yattıkça, doğanın kokuları, kollarını açarak sana doğru koştukça yaşıyorsun demektir.” (s. 26)
“Maymuncular!” diye diye tepiniyor Salâh, ne oldu 25 Nisan 1991’de? Kendilerini üne alaylamak bulaylamak için önüne geleni fıytlayan kişilere diyoruz maymuncu, her yazara uyuz olan tiplere. Ataç’a göre bunlar zemzem kuyusunu kirletirler, kitaplarda yazılarda çelişki var mı yok mu, bir ona bakarlar, okuldan yeni çıkmışlar ya da çıkmamışlardır ama on okul bitirmiş gibi gevelenirler, kara çalarlar, eleştirmen diye gösterilmek isterler ama zortturlar, hep muşmula yazarları överler çünkü onları övmek garanti paradır, el verirler de göklere çıkarırlar bunları belki. Kendilerine benzeyenlerin sayısı az olmadığı için alkışlanırlar, öne itiklenirler. İnce zekâdan hoşlanmazlar, kalın kalın şeylerin peşinde koşarlar, kafalarını yoracak şeylerden uzak durup kalabalığın toplandığı yerlerde gezinirler. Benim modern versiyonlarını ayırmak için bir iki taktiğim var, öncelikle ansızın, sanki herkesin aklına aynı anda gelmiş gibi ortaya alınıp hunharca övülen yazarla birlikte bütün övücüleri kafadan siliyoruz. İkincisi de Türkçe kabızlarını, dil fakirlerini eliyoruz çünkü ağlıyor Türkçe, “Bu ben değilim lan dana!” diye höykürüyor resmen. Birsel’in fişek bir yorumuyla bahsi kapıyorum: “Matematiğe, hesaba kitaba akıl yetiştiremiyen, çarpı cetvelinde 5 kez 5’ten yukarı çıkamıyan bir tatari yazar, yani bir yarı pişmiş et, kasketini yelpir yelpir döndürerek birtakım kitaplar üstünde adını dolaştırsa da iyi şiiri kötüsünden, şeker-şerbet öyküyü ıvır-zıvır çorbasından ayıramaz.” (s. 34) Günlüklerinden birinde iyi okur olduğundan bahsediyor birkaç yazarın, mesela Füruzan’ın canavar gibi okuduğu ve genç yazarları koltukladığını söylüyor, bir de bunu katabiliriz. Yani ne yazdığından çok ne okuduğu bir yazarın, eleştirmenin. Güncele kısılı kaldıysa çok büyük ihtimal inbreeding zehirlenmesi yaşayacaktır, kafası patlayacaktır maymuncu olmayanın, öbür türlüsünde her şey baş üstüne zaten. İyi okuyan arkadaş, üç kişi yeterli, bir iki de sosyal medyadan takip edilen sıkı okur, periferiye gönül vermişlerinden, yeterlidir. Bahis kapanmıyor, o zaman Sait Faik’le takışmalardan bahsedeyim. Ferit Edgü o zamanlar piyasaya yeni yeni çıkıyormuş, Sait Faik’le birlikte dolanıyorlar. Birsel bir dergide mi, gazetede mi, dönemin iyi öykücülerinden bahsederken arkadaşını anmamış, Sait Faik’le yolda karşılaşmış da azar yemiş, hani öykücüden saymıyor muymuş Sait Faik’i, neymiş. Tatlıya bağlanmış mevzu da bağlanmamış aslında, ara sıra dikenler batmış, laflar yenmiş, olmuş bir şeyler. Kitaplara ithaflar şeker şerbet, sözler konuşmalar buruk. “Bilmem buraya geçirmek doğru olur mu, olmaz mı? Sait, gerçekte çok alıngandı. En küçük bir yazıdan türlü anlamlar, türlü cin çarpıkları çıkarırdı. Kendinden başka birinin övülmesine de dayanamazdı. Hele, Türk öykücülüğüne çullanan eleştirilerde Sabahattin Ali’nin kendi adından önce anılmasına hiçmihiç katlanamazdı. İşin tuhafı da, o yıllar (1940-1950) hemen hemen her yazıda Sait’in adı Sabahattin’inkinden sonra gelirdi.” (s. 46) Neymiş, terekesinden çıkan yazılardan birinde Birsel’i sağlam çalkalıyormuş Sait Faik, o yazının yer aldığı kitap basılınca eyvah, Birsel çoktan unutulup gittiğini düşündüğü bir kırgınlıkla karşılaşmış elli yıl sonra. Ne yük.
Son günlük mü bu, tadını çıkarmalı.
Cevap yaz