Birsel’in bildiğimiz denemeleri, yine tadından yenmiyor da araya sıkıştırdığı şeylere bakacağım önce, sanatının izahına mesela: “Şimdi de başka bir sapma ile Ahmet Mithat Efendiye çengel atalım. Bu da nerden çıktı demeyin. Bu denli sapmalara başvurmayacak olursak kimse bizim usta bir denemeci olduğumuzu anlayamaz. Doğrusu, sapmalar çok önemlidir. Bir yazarın deyeceği bir şey yoksa, bir iki sapma ile okurların gözünü kolayca boyayabilir. Gerçi sapmalar yazının bütünlüğünü bozar ama, anlatılanlara öyle bir gülmece, öyle bir güldürmece katar ki en asık suratlı okurlar bile ağız dolusu gülmek zorunda kalır. Hem yazı bütünlüğünü yitirse ne olacak, yitirmese ne olacak? Şunun şurasında buna değer gösteren kaç kişi kaldı?” (s. 163) Denemenin bütünlüğü en gevşek bütünlük olmaya namzet, hani sıkı sıkıya bağlanmışları da vardır ama, bilmem, bence Birsel’in rahatlığının açtığı alana ne girerse girsin cortlamaz, bir yerinden ilişir mevzuya. Zaten çekülün uzağa düştüğü de görülmemiştir, sırtını verdiği duvarı bırakıp da başka dayanak aramaz, hizayı çoktan bulmuştur da ayarı çekivermiştir ustasının yerine. Birsel katıverir ne dilerse, zıplayıp durur, çağları komşu yapar bazı denemelerde. Yaşamını metne soktuğu, hatta deneyimlerini doğrudan deneme zıvırı haline getirdiği de vardır, ilk deneme “Sonbahar Oyunları”nda ağaçların mevsim havasına kapılıp usuldan döktürdüğünü, döngüye kapılıp zamana uyduğunu söyler, kavaklardan girdiği gibi Bostancı’dan çıkar çünkü Bostancı’da oturmaktadır Birsel, aslında Suadiye’ye daha yakın bir muhit ama Bostancı olsun, yazar bizi öteden şapaşoloya almasın. Kızıltoprak’tan Bostancı’ya değin uzanan Bağdat Caddesi’nin silme çınar olduğunu söyler Birsel, Suadiye’den sonra pek rastlanmazmış ama oralarda tıkıştığı sokaklar varmış. Şu da var ki Birsel’in mizahının uç noktalarından biri sanıyorum: “Ne var, Beşiktaş’ta Çağlayan Caddesindeki ziravut çınarlara raslamak için de Caddebostan’da Kemoteks mağazasının yada, yine orda, birinci kat duvarına Fenni Sünnetçi Talip’in -ki makineli, makinesiz, dikişli, dikişsiz vede ağrısız sünnet yapar- bir el ilanı yapıştırılmış apartımanın önüne değin yürümeniz gerekir.” (s. 6) Kemoteks mağazasının yerini tespit etmek için bir gazetenin arşivine girmek, onun için de siteye üye olmak lazım, Bostancı’daki ulu çınarlardan devam edeyim, neyse ki duruyor onlar, bir tek istasyon devre dışı bırakıldı. Otuz yıl önce çok civcivliydi orası, ortasında fıskiye olan bir çay bahçesi vardı istasyonun yanında, ortasında ne olduğunu hatırlamadığım başka bir çay bahçesi daha vardı istasyonun arkasında, şimdi Marmaray için yeni istasyon yapılınca o meydan istasyonla birlikte öldü. Ahmet Erhan’ın cebinde votka şişesiyle tren beklediği istasyon, trenden indiği istasyon, Ankara-İstanbul Karatreni‘nde öyle yazıyor. Kuşkonmazlar da varmış buralarda, Birsel bir tanesine Küçükyalı’da rastladığını söylüyor. Sahile yakın bir yerdedir kesin, Çamlık Çay Bahçesi’ndeki ağaçlardan biri olsa gerek. Orası da Marmaray’la birlikte kapandı, şimdi viranedir. Her gün trenle önünden geçiyorum, çocukluğumu o yıkıntıya rağmen ayakta tutuyorum. Ölümü böyle bir şey düşlüyorum, her yer yıkılınca kendimi bir başıma ayakta tutabildiğim. Alejandro Casona söylemiş ağaçların ayakta öldüğünü, Selamiçeşme’deki benzincinin karşı köşesindeki kanı çekilmiş sedir ağacı hâlâ ölü müdür ayakta? Nerelere geldik, metne dönüyorum, izahın devamına: “Vay, vay, vay, burada kınanacak tek şey belki bizim kendi ustalığımızdan açmamızdır. Ama ne yapalım, işin oluru olmazı kalmadı. Biz kendimizi aba ile, kebe ile sarmalamasak inanın ey okurlar, zaman çok kötüledi. Bu günkü günde en uyuz yazarlar bile kendi yazılarından başkasını takmıyor.” (s. 163) Yazılarını fişteklediği ne vardır bilmem, yazının içinde yazı fişteklemek sayılmaz, yazının içinde kalıyorsa fiştek makuldür, şöyle bir dürtüklüğü iç soğutur, ortam kızıştırır, hastır. Deyince de küfür gibi oldu, haslıktan bahsediyorum.
Hangi denemeden bahsedeyim de zıvanayı yerine oturtayım, “Amerika’lı Tolstoy” olsun. Kapakta niye ayrı değil, burada niye ayrı bilmem. “Curnal” meselesi, casusluk, fitne fücurculuk. Zamanında Domitianus varmış Roma’nın başında, bütün filozofları Roma’dan sürmüş, Tacitus’un yazdığına göre aldıkları nefes bile curnale bahismiş. Bizde de Abdülhamid var işte, kendisine gelen curnallerde birilerinin birileriyle tanış oldukları, birilerinin birileriyle gülerek sohbet ettikleri yazıyor, tökezleyenler yazıyor, tıksıranlar yazıyor, yan bakanlar yazıyor. “Bir memlekette zorba yönetimi tezgahlanmışsa işte böyle vızvız türünden işler suç sayılmaya başlar. Eeeeh, birtakım kimselerin bu işlerden karınlarını doyurmaları gerekmektedir.” (s. 148) Yıldız’a her gün binlerce curnal yağarmış, Meşrutiyet’ten sonra bu curnaller Enver Paşa’nın buyruğuyla yaktırılmış çünkü içlerinde İttihatçıların curnalleri de varmış, süper olay. Faiz Demiroğlu’nun araştırmasından bunlar, Birsel kitabı okumuş ki etkilenip bir deneme cızlatmaya başlamış hemen. Evet, Halid Ziya anılarında bu curnal çılgınlığından bahsetmektedir mesela, dönemin yazarları çok çekmiş ve anlaşıldığına göre çektirmiş, çekenlerin arasında da curnalciler var çünkü. Kadıköy’de, Beyoğlu’nda dolanırlarmış en çok, Tepebaşı Tiyatrosu’na çöken birini Halid Ziya uzun uzun anlatıyor. Bizde de son sürat sürüyor bu dallamalık, geçenlerde kafede muhabbet eden bir kadın gözaltına alınmıştı yan masadaki curnalci yüzünden. Evet, Ahmet Rasim birlikte çarmakçur olduğu arkadaşı şapka giydi diye curnal edilmemiştir ama arkadaşını kurtarmak için hafiyelerin peşinde koştururken curnal büyük yerden diye sokuluverir kodese, yallah. Bir kez de Ahmet İhsan Tokgöz’le birlikte tutuklanır, salınır ama Ahmet İhsan çok çekecektir curnalcilerin elinden, hatta bu alınıp salınmaları yüzünden ninesi aklını kaçıracaktır. Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, kim varsa curnallenmiştir ve curnalci genellikle çok uzakta değildir, sevilen biri çıkar. Gönüllü curnalci olarak yazılanlara baktığımızda yabancı gelmez bazısı, Fatma Aliye, Abdülhak Hamit, Fazlı Necip, liste gidiyor böyle. Abdülhak Hamit elçi olarak Londra’ya gidince Manchester Ermenilerini curnallemek için gönüllü yazılır ama bir dileği vardır, adı geçen şehrin şehbenderliğini de ister, bunun için ayda 5 bin lira fazla gönderilirse en kaplan curnalci odur. Vay teres şairimiz, biri çok fena gömüyordu Hamit’i de kim olduğunu unuttum şimdi, geçenlerde okuduğum bir kitabın yazarı. Neyse, dümen Rusya’ya dönüyor bir yerde, Puşkin’in “Amerikalı Tolstoy” denen biri tarafından gammazlandığını öğreniyoruz. 1826’da sıkı sıkıya izlenir Puşkin, peşine takılan adamlardan illallah eder, kime güveneceğini bilemeyecek hale gelir. Namık Kemal’e zıpladıktan sonra bitiriyorum, yeni öğrendiğim bir hikâyeyle. Abdülhamid şehzadeliği döneminde hafiyeliği örgütlemeye başlamıştır bile, abisi Murat’ın Yeni Osmanlılarla yaptığı bütün toplantıları günü gününe haber alır, tahta çıkışının sekizince gününde Namık Kemal’e birlikte çalışarak devleti ve sultanlığı eskisinden daha yüce bir kata çıkarmayı teklif eder, dediğine göre anayasa düşüncesi Mithat Paşa’dan değil de kendi kafasından çıkmıştır. Namık Kemal bir ara yüz verir padişaha, eşi dostu arka arkaya uyarmaya başlar. Ebüzziya Tevfik’in aydırması: “‘Aldanma Kemal, o her vakit Sultan Murat’ın dediği adamdır. Bugün sana, bana başka türlü görünebilir. Ama hiçbir vakit başka türlü olamaz. Çünkü yaratılışı bu işe elverişli değildir.’” (177) Bir süre sonra görünüşü de bırakacak, gerçek yüzünü ortaya çıkaracaktır Abdülhamid, söylenenler doğru çıkacaktır. 1908’de curnalcilerin alayı sokaklara dökülür, en özgürlükçü onlardır, herkesin önünde koşarlar mutlu yarınlara.
İki deneme böyle, beş altı tane daha var. Elinizden öper.
Cevap yaz