Demokratik katılımla ilgili bir araştırma, tezden kitap. Yazarlar sosyal bilimcilerin maliyet-fayda çerçevesine başvurarak yaptıkları çıkarımı eleştiriyorlar, “sandığa gitmenin ya da sokağa çıkmanın faydası maliyetinden fazlaysa” insanların evde kaldığına dair görüş her zaman doğru değil, psikolojik etkenler siyasete, ekonomiye eklemlenince sonuçlar farklılık gösterebiliyor. 2017 Senato seçimlerinde siyahilerin oy kullanması zorlaştırılınca başta Alabama olmak üzere Güney’deki çoğu eyalette katılım patlaması yaşanmış mesela, çoğu siyahi tehdit altında olduğunu düşünerek hemen kimlik çıkarmış veya benzeri bir eylemde bulunmuş, oy kullanmaya yeterli hale gelmiş ve basıp geçmiş. “Diğer bir deyişle, Afro-Amerikalıların seçimlere katılımı seçmen kimlik yasalarına rağmen değil, bu yasalar nedeniyle arttı.” (s. 10) Haksızlığa uğradığını düşünen seçmenler de sandığa gidiyorlar veya protesto gösterilerine katılıyorlar, İmamoğlu’nun tekrarlanan seçimde aldığı oy örnek. Bizdeki oy verme oranı da diğer ülkelere göre çok yüksek. ABD’de başkanlık seçimleri ve ara seçimlerin grafiğine baktığımızda uzunca bir zikzakla karşılaşıyoruz, katılım onlarca yıl boyunca yükselip alçalmış ama bizde o kadar fark yok. Bizde oy kullanmanın zorunlu olması, oy kullanma maliyetinin düşüklüğü katılımı artırıyor, sandığa gitmeyene yaptırım uygulanmasa da böyle. Türkiye’de seçimlere önem veriliyor, mevzuyla alakalı bir ankete katılanların %69’u oy vermenin çok şeyi değiştirebileceğini belirtmiş, anketin yapıldığı diğer tüm ülkelerin ortalaması %42. Maliyetler artıyor veya azalıyor, daha iyi bir işimiz yoksa oy vermeye gidiyoruz ki benim daha iyi bir işim olmadı şimdiye kadar, o sabah oy vermeye giderim ve gitmeyen arkadaşıma, “Versene oğlum oyunu,” derim. Sosyal baskı haline gelirim, insanları oy vermeye teşvik eden genel bir olgudur. Mesela Gezi’ye birkaç gün gittim, gitmeyen arkadaşlarıma beraber gitmeyi teklif ettim, birkaçı öyle geldi. Katılımcı sayısının yüksek olması da potansiyel protestocuları harekete geçiriyor ama esas itki bu değil, çoğu insan polis şiddetini gördükten sonra katılmaya karar vermiş, hatta kitabın yazarlarının yaptıkları bir görüşmeye göre görüşülen kızın annesi kızından gitmemesini istemiş, yaşananları televizyonda izleyince gitmesini rica etmiş, hatta kendi de İstanbul’a gelerek Gezi Parkı’nı kendi gözleriyle görmüş ve dayanışmaya yaptığı böreklerle katkı sağlamış. Argentina, 1985‘teki sahneyi hatırladım, iki numaralı genç avukatın ailesinde generaller, albaylar, galaksi vardır adeta, bu yüzden adamı aforoz ederler adeta. Adamın annesi de askerlerden yanadır, bu yüzden takışırlar, sonra duruşmalar başlar ve şiddet gören insanlar tanık olarak dinlenir. Korkunç hikâyeler çıkar ortaya, bütün ülke yaşananları öğrenir. Bir akşam annesi avukata telefon eder, o gün radyodan dinlediği kadının doğru söyleyip söylemediğini sorar. Cevabını alınca fikrinin değiştiğini, oğlunu desteklediğini söyler, bilmiyordur çünkü onca vahşetin yaşandığını. Nasıl bilmez, orası ayrı da körlüğü veya inanmazlığı geçer diyelim. Yani artık görmezden gelinemeyen neyse insanın fikirlerini değiştirir, harekete geçmesine yol açar. Hakikat Sonrası Çağ‘ın sonundaydı galiba, karşıt fikirli insanları engelliyoruz, sessize alıyoruz, bir şekilde hayatımızdan çıkarıyoruz, tercih. “Troll” olmadıklarını varsayalım, fikirlerini değiştirmeleri için gerçeğe “maruz” kalmaları gerekiyor. Ne kadar maruz kalırlarsa o kadar değişiyorlar, kanıtlanmış. Evet, insanlar zahmete neden girmeleri gerektiğini düşünüyorlar, polis copunda anayasadan daha güçlü bir kanun varken, kaybedilecek iştir, evde çocuktur, nasıl olacak? Kitabın yazarları öfkeden bahsediyorlar, evinde oturan adamı öfkelendiren bir şey varsa adam harekete geçiyor. Bunun bir benzeri A Taxi Driver‘da vardı, adamımız gayet ekmeğinde, hükümet yanlısı falan, sıradan bir taksici. Alman bir muhabiri arabasına alıyor, Gwangju’ya götürüp geri getirecek, sağlam bir para alacak buna karşılık. Evde çocuğu var, ona hediye götürmesi de lazım o gece. Ne oluyor, kendini olayların ortasında buluyor ve geri dönmekten vazgeçiyor bir noktadan sonra, vurulan insanları görünce orada kalıp elinden geleni yapmaya karar veriyor. Acı çeken insanları görmek, dehşete doğrudan şahit olmak her şeyi unutturabiliyor. Uç bir örnek ama fikir verici, hunharca dövülen insanları görsek maliyetleri görmezden geleceğimiz noktaya yaklaşırız. “Uyguladığımız deneysel yöntemler liderler tarafından harekete geçirilmeseler bile içsel güdülerin insanları önemli seçimlere katılmaya teşvik ettiğini göstermemizi sağlamaktadır.” (s. 25) Yazarlar kendi teorilerini seçim ve protesto bağlamında ele alıyor, sonuçlar tablolarla gösterilmiş. Mesela eğitim düzeyi yükseldikçe seçimlere katılımın arttığı söylenmiş, bizde politikacılar eğitim düzeyi yükseldikçe malum partiye verilen oyun düştüğünden yakındıklarına göre eğitimin her kademede niteliksizleştirilmesi anlamlı.
Yazarların eleştirilerine ve çıkarımlarına bakayım, alt ve üst sınıfın seçimlere pek de katılım göstermediğini söyleyen diğer teorilere kısmen karşı çıkıyorlar, alt sınıfın politize olması daha kolay ve seçimlerde yüksek katılım göstermeleri yüksek ihtimal. Bunun yanında ekonomik hayal kırıklığı yaşıyorlarsa daha da bir katılıyorlar, seçim kampanyaları konusunda yapılan bir araştırmada ekonomik problemleri çözeceğini söyleyen liderlerin oy oranlarını artırdıkları ortaya çıkmış. Çekişmeli geçeceği düşünülen seçimler de sandığa gitme oranını artırıyor, tarafların alacağı oy sayısının yakın olacağı düşünülüyorsa katılım yine artıyor. Ahlaki etkenler de önemli: “Otoriter rejimlerden hoşlanmayan kişiler, kamusal alanda bu rejimleri desteklemeye ya da en azından sessiz kalmaya zorlanırlar. Ancak insanlar, doğal olarak, kamusal ve özel tutumları arasında bir tür ahlaki tutarlılık arar; ikisi arasındaki gerilim olumsuz duygulara yol açar. Kendini ifade etmenin tehlikeleri ve maliyetleri yüksek olduğunda ikisi arasındaki gerilimi tolere ederler. Ancak, sokağa çıkan ve muhalif düşüncelerini ifade eden birçok insan gördüklerinde, bu gerilim dayanılmaz düzeyde artacaktır.” (s. 108) Tansiyon yükselir, protestolara katılımın yoğunluğu tatmin edici seviyedeyse kişi bir katılımcı haline gelir, koştur koştur oy verir, bir şeyler yapmak zorunda olduğunu hisseder. Protestolarda yer almamak yer almaktan daha çok rahatsız ettiği an zincir kırılır, insan orada olmanın gözaltına alınmaya değeceğini düşünür en basitinden. Daha caydırıcı önlemler alınırsa insanlar cayarlar, bu önlemler öfkeyi artırırsa daha fazla insan katılır ve yeterli büyüklüğe erişen bir hareket rejimleri hacamat eder, tabii bunun için gösterilerin düzenlenmesi lazımdır, halkın ateşini sandığı göstererek söndürmek değil.
Yazarlar üç büyük toplumsal olayı kıyaslayarak benzer sonuçlara ulaşmışlar, bu olaylardan biri Gezi, ikincisi Brezilya’daki Öfke Haziran’ı, üçüncüsü Ukrayna’daki Euromaidan. Devletin benzer adımlarına karşı benzer bir protesto gösterisi düzenlense katılımın yine yüksek olacağı açığa çıkmış, genç katılımcı fazlaysa yaşlıları da meydanlara sürüklediklerini görüyoruz ayrıca. Çoğunluğu gençler oluşturuyor bu gösterilerde, kaybedecek daha az şeyleri ve daha büyük öfkeleri olduğu için. Şahsen ben o sene KPSS’ye girecektim, sınava az bir zaman kalmıştı, gece gündüz hayvan gibi çalışıyordum ve test sorularından başka hiçbir şey okumuyordum ki hayatımın en kötü iki ayıdır o. Sonra ne oldu, Gezi patladı, kalemi kitabı bir kenara koyup meydana koştum. Öfkeliydim, arkadaşlarım benden önce oradaydılar, AKP’den bıkmıştım, bir şeyleri değiştirmeyi umuyordum, yirmi beş yaşındaydım, geleceğe dair pek umudum yoktu, yoksuldum, yapacak daha iyi bir işim yoktu, tarihin bir parçası olmak istiyordum, insanlar yaralanıyordu, polisler biber gazlarını insanlara doğru sıkıyordu. İşe yarar bir şey yapmalıydım. Bu kitapta işe yarar bir şeyin ne zaman, hangi şartlar altında yapılacağı anlatılıyor kısaca.
Cevap yaz