2004’te basılan bu metin pek çok dijital imge üretimini müjdeliyor, birtakım öngörülerde bulunarak yaşama dair görsel deneyimlerimizin sanal alemde alabilecekleri biçimleri gözden geçiriyor ama biraz geriden geliyor tabii, Burnett’in bahsettiği pek çok olasılık günümüzde gerçekleşti. Sims diyor mesela, Second Life gibi pek çok MMORPG o sıralarda henüz piyasaya çıkmadığı veya çıkışının üzerinden pek zaman geçmediği için basit örneklerle ilerliyor Burnett. İmgelerin dünyamızı nasıl biçimlendirdiğini anlamak için disiplinler arası çalışmaların öneminden bahseden Burnett bu bağlamda safları sıklaştırmanın öneminden bahsediyor, tabii öncelikle imgenin ne olduğundan bahsediyor: “İmgeler etkileşimi, insanları ve paylaştıkları ortamları şekillendiren arayüzlerdir.” (s. 25) İmgeler düşünmez, düşünme biçimlerimizi etkiler, “Metavers’te arsa almak” tabiri Ayasofya’nın “satın alınmasıyla” olumsuz bir anlam kazanır mesela, ikonalar tahrif edilirse savaş çıkabilir. Biz ilk örneğin daha eski biçimleriyle karşılaşıyoruz bu kitapta, “iletişim ve mübadele maksadıyla imgelere inanılmaz miktarda zekâ yerleştirilen ekolojik çerçeve” Burnett’in temel meselesi. İnsanın makineyle etkileşim sürecinden de bahsedebiliriz, televizyonlardan oyun konsollarına dek çoğu teknolojik zamazingo insanla ve nesneyle kurduğumuz ilişkileri değiştirdi, düşünme süreci yavaş yavaş makinelere geçerken zihnimiz uyum sağladı veya sağlayamadı, Burnett’in “imge-dünya” dediği yeni uzamlara entegre olduğumuz ölçüde yaşadığımızı hissetmeye başladık neredeyse. Aslında Yaşayan Makinelerin Olağanüstü Düşleri nam metin bu kitabın ele aldığı yıllara kadar getiriyor mevzuyu, insanın kültürel tarihinde otomatlarla farklı biçimde kurduğu ilişkilerin anlamlarını, çağ değiştikçe makinelerle kurulan ilişkilerin de değiştiğini gördükten sonra çok daha kısa bir aralığa odaklanmak şart, “Türkçe Basıma Önsöz”de Burnett birkaç yıl içinde gerçekleşen onca yeniliğin kafaları yaktığını, belli merkezlerin etrafında veya merkezsiz bir coğrafyada insanın imgelerle kurduğu ilişkilerin neredeyse takip edilemediğini söylüyor. Ses ve görüntü sağanağı altında doğru bilgiye ulaşmak zor, “clickbait”in haberlerin alımlanışı üzerindeki etkisine dair araştırmalar yapılıyordur mutlaka, sonuçlarını merak ettim. Yılmaz’ın dediği gibi genel kanı neyse onu yaşayıyoruz, çoğunluk onu yaşıyor en azından, bu durumda imgelerle münasebetimizde temkinli olmamız gerekiyor. Burnett ilk bölümde CNN’in internet sitesinden alınmış bir ekran görüntüsü üzerinden kuruyor savını, güncellersek hikâyelerle imgeler arasındaki ilişkinin sağlıklı/doğru bir şekilde tesis edilip edilmediğini değerlendirebiliriz. Bir ülkenin sınırlarından koşarak geçen insan topluluğunun o ülkenin vatandaşlarınca nasıl değerlendirildiğini farklı açılardan görebiliyoruz bugün, insanlar ekranda gördüklerinin yorumlarıyla sınırlı kalmayarak eyleme geçebiliyorlar, şiddet olaylarının öznesi haline gelebiliyorlar, imge-dünyanın bir seyircisi olmaktan çıkıp o dünyayla bütünleşiyorlar artık. Burnett imge bombardımanı altındaki insanı ele alıyor ve o durumda bile aşırı karmaşıklaşan söylemlerle iştigal eden insanın geleceğini irdeliyor daha çok, bu dünyaların yapısını zamanının icatlarıyla birlikte değerlendiriyor, maksadı hakikatin temsiline nasıl ulaşacağımız değil, bu yoğunluğun içindeki insanın konumu. Tasvir, temsil, görselleştirme ve gerçek arasındaki bağlantıları bulmakla deneyimleri kişisel hale getirmenin önemine örnek olarak 11 Eylül’ün televizyon karşısındaki insanda yarattığı şok ve acı veriliyor, en basit duygusal paylaşımlar konusunda imgeler yeterince güçlü olsa da yetersizdi, Burnett’a göre imgelerin ikili doğası, zayıf ve kuvvetli yönleri bu faciayla birlikte ortaya çıktı. Sonraki bölümlerde bu uzaklık-yakınlık ikiliğini ve imgenin yaratımını çeşitli makinelerin odağa alınarak incelendiğini görüyoruz, “görmeyi görmek” konusunda fotoğraflar ilk planda. Burnett gece vakti bir fabrika bacasının fotoğrafını çekmiş, dumanlar çıkıyor, bacanın bulunduğu bölüm dışında her yer karanlık. Yahudi soykırımını düşünerek çekmemiş fotoğrafı Burnett, yine de kişisel anlam imgeyle iletişime geçerek bir alımlama noktası oluşturuyor. “Görmek yaratmaksa, o zaman imgeler hiçbir zaman ‘sadece’ şu ya da bu içsel veya dışsal sürecin ürünü değildir. ‘Görülen’i anlamak için gerekli olan uzaklık —bir olaydan, kişiden ya da resimden uzaklık— insan zihnindeki düşünce fırtınasına bir süreliğine bağlanan ve onu aşan bir angajman yoluyla yaratılır.” (s. 44) Adları düşünelim “Soykırım” imgenin incelenmesi için bir bağlam sunuyor, “Gece Vardiyası” başka bir bağlam sunuyor, 19. yüzyılda fotoğrafın sanat eseri olarak addedilmemesinde gerçekliğe açılan bir pencereden bakıldığına dair yaygın kanı dijital teknolojilerin de etkisiyle hakikate ve saydamlığa dair niteliğini kaybettiği, imgeler artık sabit olmadığı ve üst üste yığıldığı için fotoğraf bir sanattır, sanat imgeleri üst üste yığma işidir, yığma ustalık ister, at da murattır. “İzleyicilerin mübadele ve iletişim araçları olarak imgelerle ilgisini sürdüren şey de imgelerin böyle tamamlanmamış olmaları ve ortaya mutlak anlamlar koyamamalarıdır.” (s. 49) İmge-dünyanın müşterek bir kurum/kuruluş olduğunu söyleyen Burnett gözlemcinin konumunu da değerlendiriyor, Sacks gibi pek çok yazarın değindiği nörolojik yapının çıktıları benlikle alakalı belli bir şablona sahip öznenin kendi fotoğrafına baktığında, “Bu ben değilim,” demesine yol açabiliyor, bu durumda imgenin herhangi bir öznellik içeremeyeceğini veya fotoğraftaki kişinin kendisine benzemediğini ifade ediyor. Belki başka bir şey ama ney? İmge-dünyaların pek çok bilim dalının kolektif çalışmasıyla incelenmeli, bu tür ayrımların doğasını anlamak gerekli.
İmgelerin enstalasyonla ilişkileri var, biçim değiştikçe imgelerin içeriği ve gücü değiştiği gibi insanın anlamlandırma çabası da değişiyor. Nesnel olandan hülyaya, gün düşlerine, rüyalara. Burnett bu geçişlerin “şiirsel” olduğunu düşünüyor, idrak her ne kadar büyülü gibi gözükse de bazı teknolojiler o kadar yapay bir imge ortaya çıkarıyor. Makinelerin zekâsı kasıtlı bir imge yaratım sürecine organik yoldan dahil olmadığı için insan bedeninin ürettiği imgelerden farklılık gösteriyor. Gerçi bu yoruma dair detaylıca bir eleştiri Aklın G’özü‘nde mevcut, MRI bize işlenmiş görüntüleri bilgisayarlarca yeniden oluşturulduktan sonra veriyor, bizse gayet dümdüz ağaca falan bakıyoruz ve imgeleri oluşturuyoruz, görüntünün biçimlenmesi ve yorumu açısından aradaki fark düşündüğümüz kadar büyük olmayabilir. Bir gün. Burnett gelecekteki imge-dünyaların sınırlarının çok bulanık olabileceğini söylüyor, olacak, Ready Player One bu konuda sağlam bir temel atıyor zihnimize. İmge yaratımı sanal dünyanın gerçek dünyaya yakınlığı ölçüsünde başarılı, “melezleşme” sayesinde Emre mesela at sürüyor, tren soyuyor ve uçurumun kenarına gidip atından iniyor, bir kayaya oturup bira açıyor ve manzarayı izliyor. Bana anlattığı bu, birayı gerçek dünyada açıyor, izlediği manzara bir bilgisayar oyununda: Red Dead Redemption 2. Grafikler o kadar gerçeğe yakınmış ki yarım saat ötedeki Ölüdeniz’e gidip içmiyor adam, koca monitörünün karşısında keyif yapıyor. Gerçi şu araba kullanmalı oyunlardaki ambiyans yaratma olayı daha da ilginç, adamlar gece üçten sonra tavernaya dönüşen minibüs ortamının içinde oynuyorlar resmen. Enformasyon paylaşımı bir anlamda, sisteme bilgi yükleriz, sistem bize bilgi yükler, bir insanla karşılıklı iletişim kurarız, belki yapay zekâyla kurarız ve edindiğimiz imge farklılık göstermez.
Tüm mevzunun özeti sayılabilecek bir alıntıyla bitiriyorum. Ron Burnett son gelişmelerin odağında yeni bir inceleme yazdığını söylemiş, çevrildiği gibi alıp okurum. İmgelerle kurduğumuz ilişkiyi merak eden varsa buyursun.
“İnsanın sahip olduğu çeşitli duyular, etrafa savrulup birbirleriyle çarpışırlar. İnsan bedeni bu ‘parçalar’ı bütünleştirir ya da en azından kontrol altında tutar ve etkileşime girme yollarını takip eder. İmgeler, bu sonsuz sürece yabancı değildirler. Duyumsal olarak tanımlanabilecek her şeyin ayrılmaz bir bileşenidirler, ama bu, imgelerin insan duyularına eşdeğer olduğu anlamına gelmez. Daha doğrusu, ‘bir imgeyi görmek’ ille de ‘onun’ insan bedeninin dışında ya da ötesinde olduğu anlamına gelmez — imgenin görülmesiyle ‘gören’in bir parçası olması birdir.” (s. 117)
Cevap yaz