Karay’ın kadın düşmanlığını bir kenara bırakıyorum, sermayeyi yücelten ütopik fikirlerini diğer kenara bırakıyorum, üfürtüleri konu ettiği yazıları hayretlere düşürüyor. Matrak aslında, okurunun kafasını uçuk kaçık fikirlerle doldurmak istiyorsa komik, yazdıklarına gerçekten inanıyorsa daha da komik. Son bölüm teknolojik düttürülerle dolu fıkralara ayrılmış, mesela Fransa’da bir adamın havadan elektrik toplayıp enerji biriktirebildiğine dair haber üzerinden hemen süper bir dünyanın hayalini kuruyor, kömür yakılmayacak artık, sular kirletilmeyecek, hele savaş bir bitsin, cennette yaşayacak insan. O kadar ilerliyor ki bilim, gözden kaybolmadan önce biz de faydasını göreceğiz herhalde, bir aşı çıkacak ve kanseri yeneceğiz, işte, Pasteur’ün buluşları sayesinde milyarlarca insan kurtuldu. Evet ve hayır, Karay doğal olarak inanılmaz coşkulu ama döneminin güncel bilgilerine haiz olmadığı besbelli, savaş süresince bilimsel gelişmelere dair dışarıdan pek az bilgi geldiği için sıkıyor, hatta bir yerde kendisi de şaşırıyor. Nasıl olur, hani en ölümcül hastalıkları geçiren haplar, inanılmaz derecede hızlı araçlar? Çok vakit almazmış, sıtmayı engelleyen ilacın uçaklarla sıkılacağı dünya önümüzdeymiş, DDT ile haşarat sorunu bitecekmiş, bir sürü tatava. Yakından takip edemeyince böyle oluyor, Karay zorluklarla elde ettiği bilgi kırıntılarına beş de kendinden katıyor, oldu yazı. Kolay, umut satmaca okutur da suyla ne gibi bir paradoks olabilir mesela, daha doğrusu temiz olmayan suyun suçu yine suda mı, suyu niye suçluyorsun be adam, Fransa’dan yazına çaktığın Doktor Besançon’un dediklerini hiç mi tartmazsın, nedir? Bu bir kenarda dursun, denk geldim, şu nedir: “Ruslar bir ‘gençlik serumu’ keşfetmişler; ellisini aşmış adamları tamamile dinçleştirdikten, delikanlıya çevirdikten başka yüz yaşını bulmuş kimselerin bile saçlarını yeniden üretip gençlik rengine kavuşturan bu serum o yaşların icabından olan bunamayı da önlüyormuş; yani hem vücut hem de akıl kudretini geri çeviriyormuş.” (s. 699) Devridaim makinesi de yoldaymış bu arada, maşallah. Hakan Kaynar kıyak önsözünde Karay’ın para kazanmak için çalakalem yazdığını söylüyor, tam o işte. Düşünmeye, sorgulamaya, sınamaya, yetkili abilerden fikir almaya zaman yok, tahtayı betondan daha betona çevirdiği söylenen bir zamazingonun icat edildiğini mi duydun, yapıştır gitsin. Tekrarlardan belli, Karay’ın yaşamından verdiği örneğe üç beş yazıda aynen rastlayabiliriz, normal. Bolu bahsi de çıktı karşıma, Karay’a göre ülkenin başkentinin Ankara olması uğur getirmiş, iyi olmuş da Bolu daha iyi değil miymiş, sonuçta Bolu’da verimli topraklar ve hayvan gibi ormanlar, göller varmış, o zaman Bolu olmalıymış başkent. Yani tam da bu varlıklardan ötürü başkent olmaması iyi olmuş Bolu’nun, verimli toprağa şehir kurmak nesi, ormanlar ve göllerin hali nice olurdu Bolu başkent olsaydı, gezmesi görmesi güzel diye neden başkent olmalı bir mesken, ilginç. Su dedik, vallahi cankurtaran çağırtır o yazı, milleti suya düşman edecek muharririmizin son icadı. Sular sıklıkla kesilirmiş İstanbul’da, kesilir, sudan ne mana? Karay bir kitap okuyor, Fransızca, doktorun teki suyu çekiştiriyor çünkü tehlikeli sıvıyı içmeden önce iki kez düşünmek lazım: dağdayız, berrak ve ışıklı bir su akıyor önümüzden, eğilip içersek sinek kanatlarını, yarı hazmedilmiş bir et lifini de içiyoruz! Tifo, dizanteri, kolera, sarkom, sömürge ishali! Besleyici değildir su, mideye kurşun gibi oturur! Birmingham’da oranın tek su kaynağından içenlerin alayı ölmüş! Kirli, kokulu diye su içmeyip çay ve bira içenler taş gibiymiş! Sudan başka bir şeyin içilmediği evlerde kavga gürültü eksik olmazmış! Karay doktorun biraz yanlı olduğunu kabul etmekle birlikte bir de kendi fikrince gömüyor suyu, bol su içmenin kof şişmanlığa, mide arızalarına yol açacağını söylüyor, yani hidrasyondan ölecek kadar su içiyorsak zaten sıkıntı vardır da çok sudan kasıt nedir, ben deve gibi su içtiğim için ölecek miyim, Karay ne anlatıyor yahu? En goy goy yazıları bu kitapta, 750 sayfalık eğlence resmen. İnsan istemeden sinirleniyor, o kadar zırva dolu. Yok mu tipik Karay esintisi, var, oralara uzuyorum ve harp meselelerinden çarıklı zenginlere, kafası güzel otobüs şoförlerinden kaloriferleri yanmayınca pis pis dolanmak zorunda kalan şehirli züppelere zıplıyorum. Ayrıca o Kayseri’den Amerika’ya hicret etmiş “Türk eri”nin Türk olduğunu da hiç sanmıyorum, Karay o genç erin bildiği Türkçe beş on kelimeden bir Missouri zırhlısı güzellemesi yazıyor da keskelalaka.
Ortaya karışık: gazetelerin yazdıklarına göre İstanbul’da kurulan ticarethaneler harp sonrasında devir veya tasfiye ediliyormuş, Hacı Ağa’lar dönüyorlarmış yani memleketlerine. Harp vurguncularının defolup gitmelerine seviniyor Karay, zil takıp oynamadığı kalıyor çünkü bunlar heybelerle gelmişler, öyle veya böyle ticarete atılmışlar da enflasyonu uçurmuşlar. Her şeyin çok pahalı olmasının sebebi bunlar, savaş patladığında bile uçmayan fiyatlar bunlar yüzünden uçmuş, neyse ki paraları gazinolarda istakoz salatasıyla, viskiyle bitiren köylüler ait oldukları yere dönüyorlarmış. “Uğradığımız bar, gazino, lokantada garson bizim masamıza da hizmet etmeğe yan çizmiyecek… Bizim yüzümüze bakan, yüzümüzde iltifat eseri arayan artistler de göreceğiz… Taksi şoförü bizi de Büyükdere’ye götürmek istiyecek…” (s. 548) Bitti mi, bir de kasabadaki yokluktan vuruyor Karay, dönenlerin orada bok içinde yaşayacaklarını söylemediği kalıyor bir. “Kasabada pastahane değil, mahallebici bile yoktur; tatlıcı Ahmet Usta’nın dükkânına sinekten girilmez. Sinema bir salaş altındadır ve koltukları kahve iskemlesidir. Tek tuhafiye mağazası İdris Hoca’nın tahta kepenkli, iki ayak basamakla inilen çerçici ardiyesidir. Gato yerine tulumpeynirli dürüm yemek lâzım.” (s. 550) Eh, sonra da aydınların, okumuşların Anadolu’ya gitmemelerinden yakınır işte, o sefer de doğadan, akarsudan dem vurur. Suçlu yoldur tabii, yol yoktur, oralara yol gitse öyle olmaz, her türlü ürün, kültür sanat aktivitesi Anadolu’ya da ulaşır. Kalkınmak, gelişmek için gereken tek şey otoyoldur yani, tren yolu da şart değildir çünkü asfalt başlı başına bir medeniyet göstergesidir. Mesela İstanbul’un yolları da pek iyi değildir, araçlar sirkteymiş gibi acayip hamlelerle ilerler, çukura girmemek için gözlerini pörtleten şoförler gözlüğe muhtaç olurlar. Bu yenileşme hareketi şehrin tamamını kapsamalıdır tabii, fen iyice ilerlediği için mimari olsun, ulaşım olsun, her şey kılık değiştirip daha bir işe yaramalıdır. Bunlar olurken eski dokunun korunması da lazımdır, o kadar da değişmemelidir bazı şeyler. Bazı şeyler değişmelidir. Değişenler o kadar da değişmemelidir. Biraz değişmelidir. Maroken koltuklar yenidir ama o kadar iyi değildir, başka türlü koltuklar gelene kadar onları kullanmak lazımdır oysa. Bu yeni-eski meselesinin özünü herhalde pehlivanlık yazısında buluruz, Karay’a göre bizim yağlı güreşler çok iyidir, heyecanlıdır ama Batı’nın yarışmalarına uyum sağlamak da lazımdır. Güreşçilerimiz modern güreşi öğrendikleri gibi gelenekseli de sürdürmelidir çünkü onların halktaki karşılığı doğruluk, dürüstlük adalettir, iyilik yapmayı severler, adildirler, yamuk yapanın kafasını yamulturlar. Her şeyi tek bir şeyde birleştirme çabası Karay’ın fantezilerini oluşturur, elbet karşılığı yoktur ama güzel gevezeliktir yani.
Konaklama noksanlıkları, klakson seslerinden kafayı yiyen insanlar, İstanbul’un trafik keşmekeşinden mustarip olacağına dair 1940’lardan duyurulan feryatlar, yüz seksen iki çeşit renk. Karay’ı okumak keyifli de sinirlenmemek elde değil, kendini üçken on gören bir sanatçının gevelemeleri de var, sağduyunun sesi de var bu yazılarda. Tarifsiz hallere gark ediyor.
Cevap yaz