Miguel Otero Silva – Ve Gözyaşlarınızı Tutun

Bir tanecik kitabı çevrilmiş Türkçeye, Silva bizde okurunu bulamamış gibi görünüyor da biraz reklamla hak ettiği değeri görür. Görmez muhtemelen, şaralop okura hitap etmediği için baş ağrıtıcı yazar kategorisine alınır, kaybolur. Belki de kaybolmaz, kafayı biraz çalıştırmak isteyen okur fişekledi mi tutar, okunur, tartışılır. Tartışılmazsa şaşırmam, bizde pek bir şey tartışılmıyor, tartışma bir kaşık suda boğmacaya dönüyor. Dönmezse iyi, dengenin gözetilmesi ele alınır, biçemin neliği, konuyla biçimin kefelerinin niteliği konuşulur. Konuşulmazsa, eyh, Silva’nın romanını şiddetle tavsiye ediyorum da nereden bulacak okur, ya malum siteden alacak ya da sahafları dolanacak. Ben şöyle yapıyorum, Jon McGregor’ın kitaplarını toplarken sahafların adreslerine baktım, Beyoğlu civarında olanları işaretledim çünkü haftanın beş günü oralardayım, çok az kuvvet beni hafta sonu Beyoğlu’na götürebilir, mukavemet gösteririm, işte, gittim sahaflara, topladım. Bu romanı neden okumalıyız, Karay gibi yazayım, evvelâ Venezuela’nın diktatörlük altında çekiştiği canını görebilmek için. Üç Victorino bize ülkenin üç yüzünü gösterir: Victorino Perez dipten gelip suç dünyasının en azılı figürlerinden birine dönüşürken toplumun dayanışma mekanizmasının çöktüğünü anlarız, Victorino Peralta ultra zenginlerin emeği nasıl sömürdüğünü, aşırı zenginlikten kaynaklanan dokunulmazlığın suçu nasıl normalleştirdiğini kan dondurucu biçimlerde aktarır, Victorino Perdomo’ysa koyu komünist babanın anarko-komünist oğlu olarak devrim için sermayeyle birlikte devleti de hedef almanın sonuçlarına koşacak, dava arkadaşı seçiminde dikkatli olmanın önemi üzerinde duracaktır. Hapse atılmadığı zamanlarda evinden pek ayrılmayan babayla tartışırlar sık sık, yıkıcı eylemlerin taraftarı olmayan baba sürekli uyarır da oğlan dinlemez, bir yandan üniversiteye devam ederken diğer yandan örgütün sağlam bir adamı olarak mücadeleyi sürdürür. Üç insan, üç sınıf diyebilir miyiz, diyemeyiz, Peralta tepedeyken Perdomo ortada, Perez diptedir. Diyebilirmişiz. Saniyen, Silva bir an olsun didaktizme varmaz, ideolojiyi kafaya çakmaz, karakterlerin düşüncelerine boğmaz okurunu. Kurgudan, olaydan taşan bir düşünce yoktur, eylemden ayrı ele alınamaz düşünce, iyi. Salisen de öyle oyunlar vardır ki Silva’yı benzerlerinden, mesela çağdaşı Benedetti’den üç beş basamak yukarı taşır. Nedir, metin “Bir Roma İmparatorunun Dehşet Verici Müdahalesiyle Dinsel Bir Giriş” adlı ilginç bir bölümle açılır, dört askerin yakına tutuklanacaklarını bilerek çarşının sokaklarında gezindiğini görürüz. Pazar ortamı, “Venüs ananın sütünden daha tatlı incirler”, “Diana’nın profilini taşıyan turtalar”, Roma’nın sokaklarında dolanıyoruz ne olduğunu anlamadan. Severus, Severianus, Carpophorus ve Victorinus isimli dört kardeş yaşamlarının ucuna yürüyorlar. Hıristiyanlar, anneleri onları martir kaderiyle zırhlamış, Diocletianus’un emriyle aranıyorlar. İmparator onları ele geçirdiği zaman doğrudan kendisi yargılayacak, hani inanmasalar bile -bu özgürlüğü sunuyor- tanrıların büyüklüğünü kabul ederlerse canlarının bağışlanacağını söyleyecek ama Tanrı’dan vazgeçmeyecek bizimkiler, şehit olacaklar. Roma tarihi gibi görünüyor açıkçası, Diocletianus’un sevdiği şairlerin üslubunu ödünç alarak yazdığı günce, anı, itirafname benzeri “iç metin” hem kendinden önceki imparatorların eleştirisi, hem baş ağrıtan o yeni dinin gömüştürüsü, hem de imparatorluğun seyrine kısa bir bakış. Derinlemesine anlatılıyor yalnız, Roma’nın yönetim kademesinin işlerinden inançların gündelik yaşamı yönlendirmesine kadar çoğu toplumsal ve idari dinamik inceleniyor, dış metindeyse bizimkiler yakalanıyor, sorgulanıyor ve öldürüleceklerken, o da nesi, Anne, Annecik ve Ana arka arkaya doğuruyorlar, doğurmak üzere hastaneye yetiştiriliyorlar daha doğrusu. Doğum süreciyle Roma’daki hüzünlü sonlar iç içe geçiyor, karmaşa çözüldüğünde iki zamanın arasındaki bağı anlıyoruz: azizlerin yer aldığı takvime göre Aziz Victorinus’un günü, üç bebeğe de Victorinus adının verilmesi bundan. Kopuk gibi dursa da geçiş sağlam, bölümler birbirine devlet terörünün yol açtığı kıyımların anlatılmasıyla bağlı, mantıklı bir nakil yani. Devamında 8 Kasım 1948’in gazetelerindeki manşetlere bakarken Venezuela’da olup bitenleri öğreniriz, seçimleri Truman kazanmıştır ve Bolivar Alanı’nda kadın kıyafetleri giyen erkek bir Fransız mühendis yakalanmıştır, Amerika tam elli milyon papeli şak diye vermesiyle acayip cömert bir ulus olduğunu kanıtlarken Mançurya işgal edilmiştir, her an darbe yapılması beklenirken Timoşenko asla yeni bir dünya savaşı çıkmayacağını söylemiştir. Dünya karışıktır, Venezuela da diğer Latin Amerika ülkeleri gibi karmakarışıktır, görünürde barış rüzgârları esse de alttan alta iç savaşlar, darbeler, katliamlar yüklenir geleceğe, on sekiz yıl sonrasında vaziyet fenadır.

Perez’e bakalım ilk, kurtuluştan en uzak olan o. Alkolik babanın dayaklarından bezmiş, itip kakan insanlardan yılmıştır, evden kaçarak kendi kaderini çizmeye çalışırken suça batar, köprü altında tanıştığı arkadaşıyla birlikte soygunlara başlar. İkilinin işlediği suçlardan başka işbirliği yaptıkları azılı haydutlarla daha büyük koparmalardan da sağlam para gelir ama kontrol yiter, haydutlardan birinin iki izbandut arkadaşı bizimkileri tepeler, Perez’i bayıltana dek dövdükten sonra arkadaşına tecavüz ederler, ganimeti alıp tüyerler. Perez bir süre sonra intikam almaktan bahsetse de arkadaşı konuyu açtırmayacak, daha büyük suçlar işleyerek öfkesini atmaya çalışacaktır. Tongaya düştükleri nokta o son soygun, şoför arkadaşlarının soğukkanlılığına güvenirler ama en kritik noktada yapılan küçücük bir hata çatışmaya yol açar, polisler kimseyi sağ bırakmazlar. Victorinus üçlüsünün isimlerine bakarak bir noktada zafere ulaştıklarını söyleyebiliriz, Perez açgözlülük yapmasa, hapisten kaçtıktan sonra küçük işlerin peşinde koşsa hayatta kalacaktı muhtemelen, adaşları gibi aşırıya kaçtığı an cortlar. Peralta elindeki kaynakla en uca gitmeyi başarmıştır mesela, bir nevi zafer, arkadaşlarıyla birlikte yemedikleri halt yoktur. Zenginlerin köpeklerini kurşun yağmuruna tutarlar, çağrılmadıkları partileri basıp camı çerçeveyi indirirler, süper lüks arabaları kaçırıp haşat ederler. Yarıştıkları sırada bir yolcu minibüsüyle kafa kafaya gelirler mesela, kaza küçüktür, Peralta araçtan inip yenildiği için tek başına eve doğru yürümeye başladığı sırada minibüsten inenler arabanın bütün parçalarını söküp götürürler, yolculardan biri bıçağını çıkarıp koltukların derisini çıkarıp götürür, müthiş sahneler. Silva üslupla sürekli oynar bu arada, karakterlerin bölümleri epizotlar halinde arka arkaya dizilmiştir de aynı karakterin farklı bölümlerinin anlatımı birbirini tutmaz, örneğin Peralta’nın kız kardeşinin telefonla konuştuğu bölümlerde kızın bilinci akar durur, başka bir bölümde Peralta’nın eline aldığı nesne karakterin duygu durumunu değiştirir de anlatım biçimi mevzuya uyar. Bunlar halter kaldıran, iyi beslenen site çocukları olarak terör estirdiler, babalarının gücüne yaslanarak vatandaşa eziyet ettiler, sonlarını da kendi elleriyle getirmeleri doğal. Peralta gaza bastıkça basar, uçurumdan aşağı uçan arabayı gören yolcular otobüsten indiklerinde yankılanıp gelen müziğin sesini duyarlar hâlâ, Apollon’un hikmeti. Berlioz o an için bestelemiştir müziğini, tanrılar Peralta’nın sonunu erteleyip ertelememekte kararsız kalmışlardır, karar Peralta’ya bırakılınca malum son. Ana’nın oğlu Perdomo işçilerle birlik olmadan süren bir çatışmanın merkezine kayar yavaş yavaş, şiddete başvurarak hızlı bir değişimi sağlayabileceğini düşünür. Planlar yapılır, soyulacak bankanın girdisi çıktısı ezberlenir de aralarından birinin ihbarcı olabileceğini düşünen çıkmaz. Lider her şeyin yolunda gittiğini, hiçbir aksiliğin çıkmadığını son anlarda düşünür, bankadan çıktığında görür ki dilencinin, simitçinin, sivil olduğu anlaşılmayan sivillerin ellerinde silah, sıkıyorlar. Bazıları hemen ölür, bazıları çatışarak ölür. Perdomo’nun otopsi raporundan parçalar soruşturmanın nasıl yürütüldüğünü gösterir, kazara açılan kurşun delikleri hikâyenin ötesini de gösterir ama hikâye televizyonlar ve gazeteler için yeterlidir.

Anne, Annecik ve Ana mezarlıkta ilk ve son kez karşılaşırlar, nokta. Neresinden tutsam beğeniyorum, dört dörtlük roman.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!