Refik Halid’in anlattıklarının tümüne değinmek için sabır lazım, ilginç bulduklarımı aktaracağım sade. “II. Abdülhamid Dönemi-Siyasi” bölümü eğlenceli, yazar nefret ettiği padişaha giydire giydire bir hal oluyor. “Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” sözünü hatırlatıyor Refik Halid, 1940’larda pörtleyen II. Abdülhamid sevdasını hemen ortadan kaldırmak için sayıp dökmediği vaka kalmıyor. Padişah etrafındakilere onlar kadar şık giyinmediğini, yine de halis Türk malından şaşmadığını söylermiş. Hereke kumaşından bahsediyor, yerli malı da fabrika kendi mülkü. Yalova’daki kaplıcalar da padişahın, İstanbul’dan çıkmak için kırk takla atmak gerekirken oralara gitmek serbestmiş çünkü kâr direkt padişahın hazinesine aktarılırmış. Refik Halid’in babası hazinede bilmem ne müdürü olduğu için malumat sağlam: Devletin paraya ihtiyacı olurmuş, Tütün Rejisi veya Osmanlı Bankası gibi kurumların kasası da tamtakır, Karaköy’deki gayrimüslimlerden acayip faizle para alınırmış da öyle ödenirmiş memurların maaşı, padişah zırnık koklatmazmış hazinesinden. Bir ara emekliler çok kötü duruma düştükleri için kıytırık bandolar kurmuşlar, sokaklarda leş türküler çalarak para toplamaya çalışırlarmış. Ülke ekonomik açıdan cort. Yemen’den Garp Trablusu’na silah ve mühimmat gidecek, Süveyş Kanalı’ndan geçmek için 7.000 frank lazım, gemiyi yine de geçirmişler ama devlet ödeme yapmayınca Osmanlı bayrağını taşıyan hiçbir geminin geçmesine müsaade edilmemiş bir süre. Yemen’in elden çıkma tehlikesine ayıkmaları için sayısız telgraf yollanmış bu arada, mevkiyi muhafaza etme emrinden başka hiçbir şey gelmemiş. Ha, o zamanlar “Türk” kelimesi pek ağza alınmazmış, hele “Türk malı” şeklinde bir terkip yokmuş, “millî” dahi denemezmiş çünkü lügatte mevcut değilmiş. Gelen gideni arattığı için padişahı üç sebepten beğeniyor -bir yazısında beğendiği sanılmasın istiyor, hiçbir zaman taraftarlık etmediğini söylüyor, başka- Refik Halid, gerçi biri spekülatif, eğer başta Abdülhamid olsaydı savaşa girmeyebileceğimizi, bir de onun döneminde matbuat aleminin ense köküne kurşun sıkılmadığını söylüyor, en fazla sürgüne yollanıyor muharrirler. İdam cezalarının müebbet küreğe çevrilmesi de var, ölmüyorsunuz da ölene dek köle oluyorsunuz. Bunların yanında hatıralar var, padişahın garip huylarından seçki: Halil Rifat Paşa çok yaşlanmış, emekli olmak istemiş ama padişah izin vermeyince görevini sürdürmüş, eh, saraya giderken yarı yolda altına pislemesi de olay olmamalı. Olmuş çünkü padişah pimpirikli, hemen curnallar uçmuş tabii, iki yaver kapıya dayanmış. Paşa isyan etmiş, bohçaya koyduğu kirli çamaşırları askerlere vererek evine dönme sebebinin kanıtını sunmuş. Sultan Hamid çamaşırları görünce inanmış falan, biraz şehir efsanesi gibi geliyor ama adamın katakulliye gitme korkusunu düşününce çok da anormal değil. “Tekaüd” kelimesinden hoşlanmaması bununla alakalı, memurların işsiz kaldıkları zaman aleyhinde bulunmalarından korkarmış da emekli etmezmiş. onları. “Abdülhamid Çocukları” diye bir sınıf da varmış, şimdinin aynı. Mekana gittiniz, bir öküz hiç yoktan mesele çıkardı, tokatladı sizi. Sineye çekeceksiniz. “Nasıl çekmiyesiniz ki, size gelinceye kadar o tipin daha imtiyazlı sınıfından, meselâ Şamil Paşalardan, Fehim Paşalardan gezme yerlerinde, sokak ortalarında dayak yemiş büyük rütbeli adamlar tanırdık. Padişah, döveni hoş görür, döğülene de yeni bir nişan verir, mesele örtbas edilirdi. İşi haysiyet meselesi yapmak, tarziye istemek, ayak diremek, kin gütmek sarayı pek öfkelendirir, susmak ise sadakat sayılırdı.” (s. 188)
Dönemin sosyal hayatıyla ilgili bir dünya detay veriyor Refik Halid, paşa çeşitlerinden kömür karasına bir dünya. Bu paşalar ansiklopedik bilgi, her paşanın aynı rütbeye sahip olmadığını Refik Halid’den öğrendim valla. Yeşilçam filmlerinde falan gördüğümüz bacaların çok can yaktığını da anlatıyor, hani şu camdan pörtleyenler. Yağmurlu veya karlı havalarda o bacaların altından geçenler ne yaparlarsa yapsınlar çıkmayan bir kömür lekesiyle imtihan olurlarmış, nihayetinde elbiseyi atmak zorunda kalırlarmış. Yangınların bu bacalarla alakası da var, rüzgârlı havada tutuşuk parçalar uçup çatılara konarmış, haydi bir de orası yansın. Ev zengin eviyse hizmetçilere rahat yokmuş, odalardaki sobaları yakmak zor olduğundan buz gibi havada oda oda dolanırlarmış. Anlıyorum, kışın banyo yaptığım zaman odama koşuyorum ben de, iki adımlık koridor mahvediyor. Kalem bahsi var, şeker karıştırıldığı için mürekkep yalamak abuk bir şey değilmiş, kâğıtları hohlayarak kurutmak lazımmış. Kamış kalemleri açmak ayrı hünermiş, yazıcının eli hangi yazı türüne alışkınsa ona göre. “İlk bıçağın muayyen yerden uca doğru çok hünerle vurulması, yağ gibi kayması, kaleme gayet mütenasip bir şekil vermesi şarttı. Bunu bir darbede başarmalıydınız. Sonradan düzeltmeğe kalkışmak acemilik, beceriksizlik olurdu.” (s. 246) Zamanının mektupları da bir tuhaf, mektup yerini bulsun diye Allah’tan, perilerden, aslı bilinmeyen işaretlerden medet umulurmuş. Ney, zarfın üst tarafına acayip bir şekil çizilirmiş besmele niyetine, “Bu mennihî Tealâ!” yazılırmış ki mektup Tanrı’nın vereceği nimetle yerine varsın, “Beduh” yazılırmış ki, olaya dikiz, Buda sayesinde mektup yerine gitsin, 8642 yazılırmış ki bugünün 777 saçmalığı gibi bir şey, neler neler. Makam otomobilleriyle ilgili yazıyı da anmalı, süper bir bilgi olarak bizdeki ilk makam otomobilinin Mahmut Şevket Paşa’ya verildiğini iftiharla aktarıyorum. Bu paşadan çok korkulurmuş başlarda, Hareket Ordusu’nun eski kumandanı, koskoca adam. “Hiç de o karakterde bir adam değildi; âdeta hürriyetperverdi; insaflı ve müsamahalı idi. Bir ispatı da şu: Mizah gazetelerinde otomobille alay eden yazı ve resimlere kızmamış, yarı çıplak yapılan karikatürlerine bile göz yummuştu.” (s. 267) Başka nazırlar da araba sahibi olmaya başlamışlar sonra, millet “seyyar giyotin” olarak gördüğü arabalardan çekinmiş. Enver Paşa’nın otomobili etrafa dehşet salarmış, Anadolu’da otomobilin Şark’a doğru uçup gittiğini söyleyenler olurmuş. Mütareke zamanında arabalar israf sayıldığı için karne takılmış, nazırlar gittikleri yerleri bu karneleri yazmaya mecbur edilmişler. Bir de kakmaca en sonda, nazırların çocukları, eşleri, dostları bu arabalarla taşınmazmış, sadece devlet işleri için kullanılırmış bu araçlar, “devlet kesesinden demokratik beyzadelikler” o devirde henüz başlamamış.
Vapurlar, kabadayılar, Kalamış’ı bir saatten sonra “kapatan” kolluk kuvveti, tren istasyonları, nereye baksak sayısız hikâye fışkırıyor. Berberlerin diş çekmeleri mesela, vitrinde iplerin ucunda sallanan dişler “Afrika kabilesi sihirbaz kulübesi” havası verirmiş dükkâna. Trende dahi çekerlermiş, Pendik’ten kalkan bir trene binen yurdum insanı ağrıdan duramayınca yolculardan biri alaka göstermiş, adamın ağzını açtırmış, iki parmağıyla şak diye çekivermiş dişi, meğer Maltepe’de muayenehanesi bulunan meşhur bir dişçiymiş, berber veya. Defineciler portlamış bir ara, Sürpagop Mezarlığı’nı deşenler havalarını almışlar, Yıldız Sarayı’nın bahçesini delik deşik edenler de avuçlarını yalamışlar bir güzel, rivayete göre Abdülhamid indirileceğini anlayınca dört adamına hazinesini gömdürmüş de bilmem ne. Son olarak Refik Halid’in İTC’den nefret etmesinin belki de esas sebebini aktarayım, başka yazılarında vurulanlardan sıklıkla bahsetse de ensesine sıkılan kurşunla öldürülen Ahmed Samim’le yakın arkadaş olduğunu ilk kez söylüyor bir yazıda. Arkadaşının vasiyetini yerine getirememeleri acı vermiş, matbuat âleminde sevilen ve adı bilinen Ahmed Samim’le ilgili tek bir yazının bile çıkmaması daha da acı vermiş, Refik Halid dayanamayıp okkalı bir yazı patlatmış arkadaşı için. Kalleşliğe gelemediği için yaptıklarını diğer yazılarında görebilirsiniz, eylemlerinin sonuçlarını da.
Refik Halid’den anılar dinlediniz, bir de okuyunuz. Yazıların onda birini anca anmışımdır.
Cevap yaz