Fransız şansonunun “uyuyan değerleri” Aznavour ve Bécaud ağır aksak ilerlerken Brel hayatının en önemli konserini verip geleneği sürdürdü. Şiirli şarkıları, sesi dünyayı dolaştı, “Amsterdam” nam şarkısını Nina Simone ve David Bowie gibi önemli isimler yorumladı, 21. yüzyıla taşan güzellik. YouTube’daki dinlenme sayıları kıstas, malum, Brel’in şarkıları altı ve yedi haneli sayılarda dolanıyor. Belçika doğumlu Brel’in ülkesiyle arası yok, 1953’te terk ettiği ülkesi hakkında “yanlış ülke” demiş röportajlarında. “Ancak tüm diğer ünlü sürgünler gibi -Romalı Ovidius, Dublinli Joyce, Doğu Alman Biermann- Brel’in anavatanıyla olan ilişkisi de nefret ve sevgi karışımı bir şeydi.” (s. 25) Etkilerini Leonard Cohen, Bob Dylan ve Stromae üzerinde görebiliyoruz, Serge Gainsbourg’un aksine şanson tarzını terk etmedi ve genç yaşta akciğer embolisinden ölene kadar üretmeyi sürdürdü. Gelenekle gelecek arasında bir durak Brel, tıpkı Avrupa’nın kültürünü sarsmış diğer sanatçılar gibi. Eserleri incelenecek ve yeninin doğuşundan önce unutulacak, özümsenerek unutulacak daha doğrusu. Steinz’in araştırmasında pek çok ara durak olduğu gibi ilk ve son duraklara da yer verilmiş, örneğin Homeros’un eserleri hak ettiğince yayılmış araştırmaya. Bütün bağlantılara yer vermek zor, en önemlileri seçilmiş ve upuzun bir zincir oluşturulmuş, örneğin Agatha Christie’nin polisiyeleri anlatılırken Oedipus’a dek gidebiliyoruz, haltı yiyeni araştırırken suçlunun kendisi olduğunu anlayan adamın durumu en başarılı polisiyelere ilham kaynağı olmuşsa binlerce yıllık Avrupa kültürünün izini eserden esere sürebiliriz. Başka kültürlerden esinlenmelere de rastlıyoruz, Andersen’in masallarının Germen halk hikâyelerindeki kıvılcım hali tamam da “Külkedisi”nin 9. yüzyılda Çin’de kaleme alınması ilginç. Saraylarda başlamış bu mevzu aslında, Charles Perrault masalları kaleme aldıktan sonra XIV. Louis’nin sarayında pek sevilmiş, pek çok derlemeye yol açmış ve kendi karakterlerini de yaratmış ama esinlenmeden yapamamış. Aslında o yana doğru gidilecek farklı yolların olmamasından kaynaklı sanırım, Propp’un çıkardığı masal dizgelerinin dışına taşan anlatılar azdır herhalde. Andersen’e döneyim, günümüzdeki ünü biraz da Walt Disney’nin çizgi filmlerinden geliyor. Hollywood kültürel kaynakları yağmalayarak kazanca dönüştürürken eserlerin asıllarını mahvetmiş tabii, masalda Deniz Kızı dilini kestirirken Disney’de “balık kuyruklu bir Barbie’ye” dönüşmüş, masalda kızın âşık olduğu hayta arkasını dönüp giderken filmde koşarak sarılıyor kıza. Eh, masalların daha “gore” olduğunu biliyoruz, günümüzün dünyasıyla o zamanın dünyası bambaşka olduğu için uyarlanmaları gerekli, en azından çocukların kabus görmemeleri lazım masalları okuduktan veya dinledikten sonra. Değişim sürüyor.
“Back In The U.S.S.R.” aslında The Beach Boys’un bir şarkısının parodisi, Chuck Berry’nin “Back In The U.S.A.”ine göndermeler de var ama şarkıyı önemli kılan unsur Demir Perde’nin ötesindekiler için marş haline gelmesi. Grubun albümleri çoğu ülkede yasaklanmış, kapitalist Batı’nın zararlı etkileri Doğu’nun insanlarını zehirlermiş. Benzer bir uygulamayı Yu Hua da anlatıyordu, Batı edebiyatı Çin’de yasaklanınca insanlar bulabildikleri kopyaları el altından ödünç vermeye başlamışlar, sonra yasak kalkınca yepyeni çeviriler piyasaya çıkmış ve kitapçıların önünde kuyruklar olmuş. The Beatles’ın plakları SSCB’ye yasadışı yollardan sokulmuş hatta eski röntgen filmlerinin üzerine bile basılmış. McCartney ilk albümünü Glasnost zamanında çıkarabilmiş, 2003’te Kızıl Meydan’da verdiği konser efsane. Mesela ABBA ve The Rolling Stones’a hiç ses çıkarmıyormuş yetkililer, önemli olan The Beatles’ın müzikal ve kültürel devriminin Ruslarca benimsenmemesi. Gerçekten de devrimsel pek çok yenilik The Beatles’ın eseri. İlk klibi 1966’da çıkarmışlar, kariyerleri uyduruk bir belgesele parodi olan ilk grup. Katlanır albüm kapağı, taslak albüm, pop-opera, heavy metal, progressive rock, avangart pop, ne ararsak ilk örneklerini The Beatles’ta bulabiliyoruz. Yenilik bağlamında bayrağı Peter Gabriel devralmış olsa gerek ki abilerinden çok şey öğrenmiştir o da. The Beatles’ın dağılmasına yakın bir zamanda stüdyoya gelip provayı izleyen genç adamları da unutmamalı, Pink Floyd’un elemanları sessizce dinlemişler ve aynı sessizlikle çıkıp gitmişler oradan, alacaklarını aldıktan sonra.
Baedeker Seyahat Rehberi. Meşhur. Yunan Pausanias MS 2. yüzyılda Yunanistan’ı Romalı turistlere tanıtıcı bir eser hazırlayarak ilk seyahat rehberlerinden birini yaratmış, sonra Galyalı rahibe Egeria hacılar için kutsal topraklara giden yolları içeren bir rehber çıkarmış, son halkalardan biri. Avrupa’daki çoğu ülkenin rehberlerini hazırlayan yayınevi Karl Baedeker’in ölümünden sonra üne kavuşmuşsa da 1860’lardan çok sonra da etkisi sürmüş. Lawrence Arapların bağımsızlığı için savaşa giderken Filistin ve Suriye adlı rehber yanındaymış, E. M. Forster’dan Thomas Pynchon’a pek çok yazar bu rehberleri kullanmış. Kemal Tahir’in mevzudan haberi olsaydı Mayk Hammer romanlarını yazarken haritaya bakmak yerine bu rehbere bakardı bence, çok pratik. Rehberle ilgili en önemli konu İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini bir ölçüde belirlemesi. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri 1942’de Lübeck’in merkezini bombaladığında Alman Hava Kuvvetleri de sivil hedeflere daha yoğun bir şekilde saldırmaya karar vermiş. Nereye bakmışlar peki, rehbere tabii. Rehberde üç yıldız verilen İngiltere’deki her binaya bomba yağdıracaklarını söylemiş bir üsteğmen, gerçekten de yıldızlara bombalar yağmış. İngiltere de geri kalır mı, hemen daha büyük bir saçmalıkla stratejik açıdan zerre önem taşımayan Dresden’i bombalamışlar. Şu da var: “Ondan bir buçuk yıl önce Leipzig üzerinde yapılan bir bombardıman Baedeker yayınevinin yanıp kül olmasına sebep olmuştu, ki bu olay Büyük Britanya’da ilahi adalet olarak nitelendi.” (s. 47)
Heykeller, resimler, şarkılar, binalar, sanat akımları, akla gelebilecek her şey var bu kitapta. IKEA’yla bitireceğim, azıcık da LEGO’dan bahsederim, tamam bu iş. 1950’den beri üretilen bütün parçaları dağıtsak her insana 62 LEGO parçası düşüyormuş, muazzam bilgi. Paslanmaz alüminyumdan yapılma tek LEGO parçaları şu an uzayda, Jüpiter’e doğru gidiyor veya vardı bile. Jüpiter, Juno ve Galilei uzay aracına konmuş, bir hamburgerin uzaya gönderilme maliyeti 28 bin papelken güzel şımarıklık. “Tüm bunlar sapına kadar bir Avrupa ürününün başarısı. Geleneklere hassasiyet gösterecek olursak bu dizilebilir, harçsız parçaları binlerce yıldır İrlanda’dan Kıbrıs’a kadar çiftçilerce inşa edilen kuru taş duvarlarla kıyaslamak, hatta Miken ve Antik Yunan uygarlığının devasa duvarlarıyla karşılaştırmak mümkün.” (s. 214) Tartışmaların odağında yer aldığı da olmuş LEGO’nun, dolaylı olarak tabii. Polonyalı Zbigniew Libera toplama kamplarındaki sahneleri LEGO’larla inşa edince çok eleştirilmiş, California internet papazı Brendan Powell Smith’se LEGO’dan yaptığı Yeni Ahit’le İncil’den 420’yi aşkın hikâyeyi canlandırmış ve 4600 fotoğrafla sergileştirmiş. Avrupa yapımı sentetik parçacıklarla iletişim de kurabiliriz, inşa edilecek bir şey varsa dilin aracılığına gerek kalmadan başka memleketten insanlarla da halledebiliriz sanıyorum. IKEA’dan BILLY kitaplığı var en son, firmanın en ünlü ürünü. Ucuzluk, basitlik, işlevsellik BILLY’nin ve IKEA’nın tanımları, bu kitaplık kolayca genişletilebiliyor, orası burası ayarlanabiliyor, satış rakamlarına göre ekonomistler o ülkedeki ekonomik gidişatı yorumlayabiliyorlar falan, önemli bir zımbırtı. “7 Serisi” de var, dizayn sandalyeler arasında en çok satılanı. İkinci sırada şu bahçe sandalyeleri geliyormuş, beyaz plastikten. IKEA’nın katalogları sırf Hollanda’da beş milyon haneye ücretsiz olarak dağıtılıyormuş, en iddialı yer BILLY’ninmiş tabii.
Beckett’e rastlayacaksınız, sonra Pisa’nın eğriliğine doğruluğuna bakacaksınız, ardından Kafka’nın etkilediği isimlerden biri karşınıza çıkacak, kısacası bu kitabı okurken nereden neyin çıkacağını tahmin edemezsiniz. Ben keyifle okudum, eller de okusun isterim.
Cevap yaz