Philippe Sollers – Güzellik

Merkez‘de olduğu gibi karma bir tür yaratıyor Sollers, metin deneme sayılamayacak kadar olaylı, roman sayılamayacak kadar analitik, şiir sayılamayacak kadar düz ki zaten alıntılar dışında şiir yok, bir şey olamayacak kadar başka bir şey. Odakta güzellik olgusu/kavramı/nanesi yer alıyor, güzelliğin türlerini görmeyi beklerken bambaşka konulara geçiyor Sollers, atlayıp zıplamalar bölümden bölüme olduğu kadar paragraftan paragrafa hatta cümleden cümleye de görülebiliyor. Bilinç akışı sayılamayacak kadar çizgisel, lineer sayılamaeeh, kendine özgü bir tür işte, alametifarika. Sabitlere bakalım önce, Lisa bir sevgili ve iyi bir piyanist, anlatıcıdan oldukça genç, güzel seviyor ve iyi öpüşüyor, sevişirken tutkulu, konserlerde piyano çalarken müziğin özünü çıkarıyor ortaya. En başta Atina’dalar, oldukça sıcak, yükseklerde alınan nefesi şehirde bulmak mümkün değil. Mülteciler, yolsuzluk, suç koca ülkeyi yiyip bitirse de antik miras hâlâ çekici, o kadar çekici ki anlatıcı anlatı boyunca Homeros’un metninden Zeus’un uçkuruna dek pek çok kadim meseleye değinecek. Malum mitoloji hakkında eser ölçüde bilgi okurun işine yarar, yaramaktan öte okurun bu bilgiye sahip olması gerekir ki labirentteki ölümcül canavarın kim olduğunu anlayabilsin veya Zeus’un Jüpiter’e nasıl dönüştüğünü anlamadığı için kör okuma yapmasın. Şehre dönelim, Lisa Yunan, ailesi ekonomik krizden önce kapağı İsviçre’ye atabildiği için rahat. “Neyse ki Lisa imkânsız bir devrimin yıllanmış çağrılarına hiç kulak kabartmadı ve artık nerede olduğu bilinmeyen bir proletarya aracılığıyla kurtuluşa da hiç inanmadı.” (s. 8) Anlatıcının da devrime pek inanmadığını söyleyebiliriz, sanatçılığı sürdürmesinin yeterince önemli bir devrim olduğunu düşünüyor, kişisel tarihiyle sanatların tarihi arasında köprüler kurarak anlatmayı sürdürüyor. Şimşek mesela, hiç fırtına yokken yıldırım düşüyor, Zeus’tan bir işaret. Tanrılar ölmedi, coğrafya değiştirdiler veya kozmik cisimler olarak varlıklarını sürdürdüler, yıldırımın imlediği bu. Lisa ve anlatıcı Aiginia’dalar, Platon bir süre orada sürgün kalmasına rağmen şimşeği görmemiş, oldukça nadir rastlanan bir doğa olayıymış o, Herakleitos’un “yıldırım evreni yönetiyor” sözüne değindiği için Heidegger görmüş anlatıcıya göre. Olağanüstüye şahitlik, Lisa bir zaman sonra yıldırımı gördüğünden beri daha iyi çaldığını söyleyecek, tanrılarınkiyle kendi eli bir. Müzik sanatların en safı, Lisa’nın piyanistliği anlatıcının çağrışımlarını tetikleyerek anlatının kendisine dönüşecek. Erotizmin “akort” olduğunu söyleyecek mesela anlatıcı, sayısız telin birbirine uygun tınlaması, azıcık olsun kayma, itme veya çekme yok, tam değerinde, frekansında tınlama, iki veya daha fazla bedenin uyumu. Üç müzisyen defalarca karşımıza çıkacak: Gould, Webern ve Mozart, üçünün enstrümanı da akortlu ama tuşeler, duraksamalar, yoruma açıklık, Gould’un upuzun parmakları, Webern’in kutsal müziği, Mozart’ın dehası zenginlik. Gould çeşitlemelerden sonra konser vermez, orman evine kapanır, ölene kadar sakin bir yaşam sürdürür. Bernhard’ın Bitik Adam‘ıydı sanırım, Gould’un kurmaca kimliğini gerçeğinin yerine koyabiliriz, uyar. Anton von Webern 1945 yılında ölmüştür, nasıl öldüğü bilinmez. Nazilerin ve Stalincilerin yozlaşmış bulduğu Avusturyalı sanatçı Ruslardan kurtulmak için Alplere sığınır, Amerikalıların gelmesiyle rahatlar herhalde, balkonuna sigara içmeye çıktığı zaman Amerikalı bir asker tarafından öldürülür. Belki minik bir hata, kuşku uyandıracak bir şey yapmıştır Webern, cehennemden kurtulduğunu düşünürken yaşamını kaybeder. Asker o adamı öldürmemesi gerektiğini söyleye söyleye ölecektir on yıl sonra, alkolden tükenmiş bir halde. Hemen başka bir kapı, Webern’in Hölderlin’den alıntı yapmayı sevdiğini öğreniriz, yaşamanın bir biçimi savunmak olduğunu alıntılar Webern, ilahi sayılabilecek bir coşkuyla deliren büyük şairin hayranıdır. Hölderlin’in Bordeaux günlerine geçeriz, en yakın arkadaşları bile ona orada ne olduğunu bilmez, Schelling arkadaşı Hegel’e yazdığı mektupta ortak dostlarının aklını tamamen yitirmiş gibi davrandığını söyler. Hölderlin tiksinti yaratacak ölçüde dağınıktır, dış görünüşüne dikkat etmez, insan içine çıkacak halde değildir, sanki bütün parıltısını şiirlerine saklayıp yaşamının ağır ağır sönmesini diler. Öncesinde Frankfurt’tadır, kalbi aşkla doludur, bu yüzden Frankfurt’tan Bordeaux’ya yürüyerek gitmeye karar verir. Yürür, yürümeye övgüler düzülen bir metinde bu yürüyüşün detayları var diye hatırlıyorum, Türkçedeki yürümeli metinlere bakmak lazım, hangisinde olduğunu hatırlayamadım. Her neyse, Fransız Devrimi Hegel’le birlikte Hölderlin’i de heyecanlandırır, aynı yaştaki iki arkadaşın Devrim sırasında yeni dünyanın heyecanını birlikte yaşadıklarını öğreniriz. Mektuptan, Hölderlin’in Hegel’e yazdığı mektupta iki mizacın farklarına da yer verir Hölderlin, Hegel mutluluğu her yerde bulabilse de Hölderlin uğraşmak zorundadır, bu yüzden tanrısal olana yönelir ve şiirlerinin insanları korkutmasına aldırmaz. Cebinde Pindaros’un Yunanca bir cildiyle dolaşır, otuz altı yıl kalacağı kaleye doğru giderken kaynaklarını yüzlerce yıl öncesinden derler. Anlatıcı da Pindaros’un etkisi altındadır, lirizmi barizdir, savaşların ve kahramanlıkların epik yapısına şöyle bir değinerek çağlar öncesinin dünyasını, inançlarını, duygularını yakalamaya çalışır. Cepteki kitaptan antik dönemlere, piyanonun tuşlarından Mozart’ın yaratıcılığına, bir yerden bir yere öngörülemeyen geçişlerle doludur metin, tam anlamıyla sürükleniriz.

Céline ve Genet bahsine de biraz değinmeli. İkisi de hapsedilir, Genet serseriliğin kitaplarını yazarak çocukluğundan itibaren taşımaya başladığı burukluğunu kâğıda dökerek rahatlar. Céline’in metinleri daha serttir çünkü insan hayvan bile değildir artık, kanlı kaosta kediler insanlardan daha değerlidir. “Hölderlin Bordeaux’da, Almancanın ve Yunancanın derinliklerinden sessizliğin ve şarabın dilini konuşuyordu. Céline’in ölüm mahkûmlarına ayrılmış bir hücrede aylarca yaşadığı Kopenhag’a Hölderlin gitmedi. Céline bunu çok güzel yazdı, kendi zamanının küçük katiplerinin çok üstünde.” (s. 36) Hölderlin kendi ruhani dünyasının bir ucundan diğer ucuna gidip gelir, zamanları birkaç sözcükte aşarak kutsalı eskide bulur, Céline’se kendi çağının cesedini çiğneyerek yazar. Birazcık Céline’e özenir anlatıcı, çağın uçarılığını eleştirmekten geri durmaz. Müziğin büyüsünün giderek azalması günün götürüsüdür, tüketim alışkanlıkları sürdürülemez bir ekolojik düzeni ayakta tutmaya çalışır, büyülü hiçbir şey kalmaz dünyada. Televizyonlar içerik üzerine içerik üretirken vasatlığın ötesine geçemez, insanlar bölünmüş zamanların yarattığı emirlere uymak zorundadır, bu durumda gerçeğe en yakın şey olarak Lisa’yla karşılaşmalarımız hemen her bölümün bir köşesine sıkıştırılır. Lisa’nın ellerinden gerçeklik dökülür, diğer seyirciler gibi anlatıcı da müziğin yükseliş anlarında göklere varırlar, düşüşlerde içlerindeki durgun su dalgalanır, okyanusa dökülür. Anlatıcıya göre evrenin en başından beri her şey okyanusa dökülmektedir, şarkılardan antik savaşlara dek her şey olmuşluğun bir aradalığında noktalanır, Lisa’yla anlatıcının ilişkisi, parmaklardan dökülen notalar tek bir yerde, merkezdedir, anlatıcı o merkezin etrafında gördüklerini anlatır.

Lisa’yla satranç maçları, taktiksiz oyun, her ânın değişen yaratıcılığı. Sanatın pisuvarlığı, Duchamp’ın terse yatırışları, dünyanın bilgisinin bir DNA’nın milyar milyar milyarda birine sıkıştırılması ve İslamiyet’in tezahürleri. “İncil ve İsa’nın öğretileri bir sürü absürt denebilecek ama tutkulu ve genellikle gülünç hikâyeyle doludur. Kuran’daysa sürekli aynı şeyi tekrarlayan bir cezalandırma plağından başka bir şey yok.” (s. 110) Kuran’ı açıp okur anlatıcı, alıntılar yapar, cennetten önce mutlaka cehennemden geçilmesi gerektiğine dair izlenimini temellendirmeye çalışır. Ölümün kutsanması bir din haline getirilmiştir, öte tarafın zenginliği iyi veya kötü sonuçlardan daha önemlidir, “öte” gidilecek bir yerdir, soylu savaşçıların ve sanatçıların yanında bir yer, havadar, belki sıcak. Nereye düşersen insan. Neresinden okumak isterse metni, her bölüm apayrı bir öykü olarak da okunabilir, yapı buna izin verir.

Sollers özgün, “oradan oraya” ustası, okunası.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!